28 Şubat’ın 10’uncu yıldönümünde bir yeni “andıç skandalı” daha patladı. Kamuoyunun “andıç” sözcüğü ile tanışması, 1998’de benim adımın ve benim adımın yanı sıra M. Ali Birand ve Akın Birdal’ın isimlerini hedef alan kumpasla söz konusu olmuştu. (...)
Bu seferki “andıç”, andıç olmasına andıç ama bundan 9 yıl önceki “andıç”tan farklı. Bu sefer, ortada aşağılık bir “iftira”ya dayalı, bir “tertip”, bir “kumpas” yok; Türk Silahlı Kuvvetleri’nin adının karıştırıldığı bir “münasebetsizlik” var. (...)
Bizleri hedef alan “andıç”, Genelkurmay’da 1998 yılında bir “psikolojik savaş” silahı olarak hazırlanmış, dönemin Genelkurmay İstihbarat Başkanı (son 30 Ağustos’a dek Jandarma Genel Komutanı) Fevzi Türkeri’nin imzasını, İkinci Başkan Orgeneral Çevik Bir’in parafını taşıyordu. Dönemin Genelkurmay Genel Sekreteri Tümgeneral Erol Özkasnak üzerinden medyada yayımlanması sağlanan bir “kumpas”tı. O dönemde ben bunu, “Türkiye’nin Dreyfus olayı” olarak nitelemiştim.
O “andıç”, hazırlanıp yayımlatılmasından iki yıl sonra 2000 yılında “arka planı”yla basına sızdırıldı. Nazlı Ilıcak üzerine gitti. Ardındaki gerçeğin ortaya dökülüp saçılması üzerine Genelkurmay, doğruluğunu kabul ederek “özür” olarak yorumlanmaya uygun bir açıklama yaptı. Zaten, basına sızdırılması, gerçeklerin ortaya çıkarılması, “andıç”ı tasvip etmeyen Genelkurmay mensupları sayesinde olabilirdi. Böylece, “andıç”ın askeri bünyede tümüyle kabul gören bir çalışma olmadığı da anlaşılmış oldu.
Nokta dergisinin de “yeni andıç”ı yayımlayabilmesi, bunun “içerden” sızdırılmasıyla mümkün olabilirdi. Bu da yine askeri bünye içinde bunun tümüyle kabul görmediğinin bir göstergesidir. Dolayısıyla üzerine gidilmesi gereken adresler, bunu yayımlayan ve sızdıranlardan ziyade, bu çalışmanın yapıldığı yerler olmalı.
Bu son “andıç”, yukarıda da belirttiğimiz gibi bir “kumpas” ya da “iftira silahı”nın ateşlendiği bir “kirli tertip” değil, ancak bir “yanlışlar manzumesi”. Genelkurmay’ın yapmaması ve Genelkurmay’da yapılmaması gereken bir çalışma.
Bu “son andıç” neyin nesi?
Nokta’dan okuyalım:
Genelkurmay Halkla İlişkiler Şube Müdürlüğü’nce hazırlanıp Genelkurmay Genel Sekreteri Tümgeneral Salih Zeki Çolak’ın onayıyla Genelkurmay 2. Başkanı Ergin Saygun’a gönderilen ‘Akredite Basın ve Yayın Organları Yeniden Değerlendirmesi’ konulu üç sayfalık andıçta önce, akreditasyon, Türkçesiyle ‘güvenilirlik’ uygulamasının 1997 yılında başlatıldığı hatırlatılıyor. Devamla da “Bazılarının güvenilir olduğu, bazılarının güvenilir olmadığı sonucundan hareketle güvenilir basın-yayın kuruluşlarının yer aldığı bir ‘Akreditasyon Listesi’ oluşturulmuştur” deniliyor. (...)
Bu satırların arkasında tüyler ürpertici bir kafa yapısı gözüküyor. Buradan çıkan sonuç, akreditasyonun, gazetecilerin TSK faaliyetlerini izlemek için elde edecekleri bir “giriş izni” olmayıp, bir “güvenilirlik ölçüsü” olması. Zira, yukarıdaki tanımlama, bazı basın kuruluşları ve gazetecileri, adeta “casus” muamelesine tutuyor.
“Bölücü ve yıkıcı akımlara destek veren” basın kuruluşlarından, bunların mensuplarının “provokasyon ve kamuoyunu kasıtlı yanlış bilgilendirme girişimleri”nden söz ediyor. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, kendisini “Akreditasyon değerlendirmesi”yle bu gibilerden korunması amaçlanmış oluyor.
“Deveye niye boynun eğri diye sormuşlar; nerem doğru ki demiş” hesabı, bu “andıç içeriği”ni neresinden tutsanız elinizde kalıyor. Bazı basın-yayın kuruşları, yukarıdaki son derece “keyfi” ölçülere göre “akredite” olabiliyor; bazıları olamıyor. Olanların olması da yetmiyor. “Akredite” bünye içindeki bazı gazeteciler, kurumları akredite olsa bile, “askeri bölge, birlik ve tesislere girerek istihbarat elde etmeleri ve bunu bölücü-yıkıcı unsurlara iletmeleri ve askeri birlik, tesis, malzeme ve personele zarar vermelerinin engellenmesi amacıyla” akredite edilmiyorlar.
Yani, “düşman” güçlerden söz ediliyor sanki; “casuslar”dan.
Sonra TSK yanlısı ve TSK karşıtı, yani “akredite olabilirler” ile “akredite olamazlar” listesine bakıyorsunuz, ipe sapa gelmiyor. Basının içini biraz bilen, dışarıdan basını biraz izleyen herhangi birisinin, bir arada görmekten hayretlere düşeceği isimler her iki listede de tam bir “aşure kazanı”nın içine giren her türlü meyve-sebze gibi alt alta, üst üste sıralanmışlar.
Bir kurumun değerlendirme yeteneğine duyulacak güvene ancak bu kadar zarar verilebilir...
Bir kurumun kendisini koruma hakkı, kimilerini beğenip kimilerini beğenmeme hakkı elbette vardır. Ancak, bir devlet kurumunun, haber alma faaliyeti ile ilgili olarak bu tür kıstaslar koyma hakkı olamaz. Koyduğu kıstaslar, bazı basın-yayın organları ile gazetecilerin, en liberal ceza hukukuna göre bile “suçlu kategorisi”ne girdiklerini ifade ediyor. Türkiye, bir hukuk devleti ise bu gibilerin basın-yayın organı olabilmeleri ve gazetecilik mesleğini icra edebilmeleri mümkün olamaz. Şayet Türkiye bir hukuk devleti ise Genelkurmay’ın kendisini Türk hukuk sisteminin dışına bu şekilde çıkarması da mümkün olmamalıdır.
Sorun, bu “andıç” işinin kökünün bir “postmodern darbe”ye uzanmasında. İşin kökü 1997 yılında. Ne deniyor? “1997 yılında Genelkurmay Başkanlığı tarafından basın-yayın kuruluşlarının ‘güvenilirlik’ denetimine tabi tutulmasına başlanmasıyla...”1997’den önce, basın-yayın kuruluşları için bu tür bir “güvenilirlik denetimi”nin söz konusu olmaması, herhalde basın-yayın kuruluşlarının nitelikleriyle ilgili değildi. Miladın 1997 olması, o tarihten itibaren bazı basın-yayın kuruluşları ile gazetecilerin “güvenilir olmaktan çıkması”yla ilgili olmayıp, Genelkurmay’ın demokratik işleyişin dışına çıkmasıyla, 28 Şubat adındaki sürece yayılan “askeri müdahale” ile ilgilidir. Dolayısıyla, ortadan kalkması ve kaldırılması gereken de budur. Türkiye’nin 1997’sini bir nebze anlamak ve açıklamak -onaylanamayacak olsa da- mümkündür. Türkiye’nin AB aday üyeliği 1999’da gerçekleşti. “Kopenhag Kriterleri”ne uyum, 1999’dan sonra önümüze kondu. Büyük ölçüde uyulduğu varsayıldığı için 17 Aralık 2004’te “tam üyelik müzakereleri”ne başlanabileceğine karar verildi. 3 Ekim 2005’te tam üyelik müzakereleri başladı ve Türkiye, AB’ye aday üye statüsünden, “katılımcı ülke” statüsüne geçti.
2007 yılında 1997’ye geri dönemeyiz. Tayyip Erdoğan’ın arada bir “Kopenhag Kriterleri olmazsa Ankara Kriterleri’ni uygularız” diyerek kastettiği bu mudur? “Ankara Kriterleri” andıçlar oluyor. Kopenhag Kriterleri ise Türkiye’nin demokratikleşmesi.
Genelkurmay’a güç ve saygınlık getirecek olan da demokratik Türkiye’nin Genelkurmay’ı olmasıdır. 2007 yılında 1997’ye geri dönemeyeceğimiz gibi, dönmemeliyiz de...
Referans, 9 Mart 2007
|