|
|
|
Yanlışta ısrar... |
Halkımız her şeyden medyayı sorumlu tuttuğuna göre, medyayı ilgilendiren meselelerin de hiç değilse arada bir, “halkımızın meselesi” imiş gibi ele alınmasına şaşmamak gerek.
Bu gerekçeyle değineceğimiz mesele, Nokta Dergisinin son sayısındaki sansasyonel bir haberle gündeme düştü.
Meğer Genelkurmay’daki “Halkla İlişkiler Şube Müdürlüğü”, “Akredite Basın ve Yayın Organları Yeniden Değerlendirmesi” konulu bir bilgi notu (veya Andıç) hazırlamış. Burada hangi gazete/dergi veya televizyon kanalında kimler Türk Silahlı Kuvvetlerine nasıl bakıyor, hangi basın/medya organı ne kadar olumlu ne kadar olumsuz yayın yapıyor türü bir değerlendirmeler varmış.
Bizim mesleğimizde akreditasyon, bir kurumun muhatap sayacağı basın/medya organı ile gazeteciyi baştan tanıması anlamına geliyor. Yanılmıyorsak son on yıldan beri Genelkurmay Başkanlığı ile Milli Savunma Bakanlığı basınla ilişkilerini bu kurala göre yürütüyor. Yani “akredite” basın organı ile gazeteciye kapılar açılıyor, akredite olmayanlara bilgi, yanıt vs. verilmiyor. Onlar “yok” sayılıyor.
Akreditasyon usulü daha yumuşak bir anlayışla TBMM, Başbakanlık ve Dışişleri Bakanlığı tarafından da uygulanıyor. Kısaca oralarda da önce “akredite” olup olmadığınıza bakılıyor.
Bir kurumun hangi basın/medya organını “akredite” sayıp saymayacağı da, akreditasyonunu hangi kritere göre iptal edeceği de objektif kriterlerle belirlenmesi koşuluyla, her ülkede olağan sayılıyor. Burada hem akreditasyonun kabulünde hem de iptalinde objektif davranmak esas oluyor.
Akreditasyon kuralları bildiğimize göre Genelkurmay ile Başbakanlık dışında normal işliyor. Özellikle Genelkurmay—ve Milli Savunma Bakanlığı—hangi basın/medya organının “akredite” sayılacağı konusunda “dinci olan basın/dinci olmayan basın” ayrımı yapıyor. “Dinci” saydıklarının akredite olmasını kabul etmiyor.
Bu tutumun haksız bir ayrımcılık teşkil ettiğini Genelkurmay’a anlatamıyoruz. Daha doğrusu akreditasyon kuralını işletirken “içerik değerlendirmesi”ni sadece Basın Meslek İlkelerine uyup uymama açısından yapabileceklerini, onun dışında “bizden yana/bize karşı” türü bir değerlendirme yapmanın doğru olmadığını kabul ettiremiyoruz.
Zaten yukarıda sözünü ettiğimiz Bilgi Notu veya Andıç denen belge işte o yanlış yaklaşımın Genelkurmay’da egemen olduğunu ortaya koyuyor. O yüzden basın/medya organlarını kategorilere ayırma hakkını kendilerinde görüyorlar.
İkinci nokta, “akreditasyonun nasıl iptal edilebileceği” ile ilgili...
Başbakanlık, bir meslektaşımızın kartını iptal edince, o kararı kendi değerlendirmelerine değil, tarafsız bir kurulun yaptığı değerlendirmeye dayandırmaları gerektiğini duyurduk. Uyarımıza anlayışla baktıklarını söylediler. Yeni bir şikáyet gelmedi.
Ama Genelkurmay bu tür uyarılara da kapalı görünüyor. Anlaşılan yaptıklarının ve bildiklerinin doğru olduğunu düşünüyorlar. Biz de bir gün doğru olanda buluşacağımızdan emin olarak hem bize düşeni yapıyoruz hem de bekliyoruz.
Hürriyet, 9 Mart 2007
|
Oktay EKŞİ
10.03.2007
|
|
|
Askerî tesisler OYAK iştiraki değildir |
Tasniften asla bıkmıyorlar. Yine “andıç” çıktı ortaya.(...)
Genelkurmay’da birileri, yüksek makama sundukları belgelerde, medyayı değerlendirip gazetecileri “TSK yanlısı, karşıtı” diye ayırmıştı.
Bir noktadan bakarsanız, “andıç” ın yalapşaplığını, maddî hataları koskoca kuruma yakıştıramazsınız!
Bir noktadan ise, ne demokrasiye ne Cumhuriyet’e yakıştırır, “yetti artık” diyebilirsiniz.
***
Kimileri bu tasnifi normal karşılıyor.
Böyle listeler yüzünden de ülkede;
Gazeteciler sokakta dövülmüşse;
Darbelerde içeri alınmış, işkence görmüşse;
İşten attırılmış, işsiz kalması sağlanmışsa;
Endişeye, korkaklığa, sansüre, otosansüre veya kimileri yalakalığa zorlanmışsa;
Kimi suikast heveslilerine, çetelere yem yapılmışsa, hedef gösterilmişse ;
En iyi ihtimalde, durmadan hakaret, tehdit mesajları almaları sağlanmışsa...
Bu “normal” filan değildir. Gizlice hazırlanması bir yana; ortaya çıkınca açık skandaldır.
“Genelkurmay nezdinde güvenlik akreditasyonu” diye sözde, tesislere giriş vizesi gibi sunmak işi sulandırmaz, daha beter kılar.
O tesisler kamu malıdır; kimsenin babasının malı, OYAK iştiraki değildir; bir.
İki; hiçbir kamu kurumu, hukuki dayanaksız kimseyi zanlı, sanık, suçlu, sakıncalı ilan edemez!
***
Tahmin ettiğiniz üzre “karşıt sınıfı” nda yer alıyorum.
Genel darbe, darbeci, müdahale, andıç, dayatma, yargıya gölge, kontrgerilla, çete karşıtlıkları bir yana; “bana da özel” sebepler vardır.
Bunlar aslında turnusol kağıdı.
Diğerleri “demokrasi” meselesi sayılıyor ya, bunlar hem demokrasi hem esastan “Cumhuriyet” sorunu. Zümre, imtiyaz, adaletsizlik, eşitsizlik, kamuya hesap sorunu. Çünkü “Cumhuriyet” ve Anayasa’ya aykırı.
1. Filistin’i ezen İsrail tanklarının firmasına tank modernizasyonu vermek “normal”; bu firmaya akıtılan 800 milyon dolarla onun kurtarıldığını, ihaleyi vermek için baskı olduğunu yazan ben “hain”.
2. ABD ve İsrail paralelinde hedef, strateji, düşman, tezkere oluşturmak “normal”; bunları eleştiren “hain”.
3. Eski Hava Kuvvetleri Komutanı’nın, askeri ihaleler, anlaşmalar için, kullandığı F16 ile İsrail’e uçması “normal”; manidar bulan ben “hain”.
4. OYAK’ın topladığı zorunlu aidatın yüzde 70’inin astsubaylardan gelmesi, ama onlara hiçbir OYAK şirketi yönetiminde yer verilmemesi “normal”; yazan ben “hain”.
5. “Şehit” düşenlerde cami ayrımı (Kocatepe/Hacıbayram) dahi yapılması “normal”; buna kahrolanın sessiz sesini yansıtan ben “hain”.
6. Bir astsubayın, lojman verilmediği için ailesini de riske atarak yerleştiği korunmasız kira evinde “teröre şehit verilmesi” normal; o eve mecbur kalışını yazan ben “hain”.
7. Oyakbank meslek grubu listesinde, “A” ile başlayan astsubayı “S” ile başlayan subayın altına atıp alfabeyi dahi ilgası “normal”; yazan ben “hain”.
8. Hakarete uğrayan 21 yaşındaki astsubayın garnizonda “intihar” ı normal; gizleneni yazan ben “hain”.
9. Orduda altta kalanın; astsubayın, uzman çavuşun, sivil memurun, eratın aşağılanması, insan haklarına, hukuk devletine aykırı iki dudak arası oda hapsi “normal”; eleştiren ben “hain”.
10. Ordunun yüzde 70’inin ve emeklilerinin maddi, sosyal haklarını azıcık iyileştirecek tasarının bizzat Genelkurmay ile hükümetçe bastırılması “normal”; dile getiren ben “hain”.
11. Ordu mensubu çocuklarının ayrımcılık yüzünden daha küçükken darbe alması “normal”; normal bulmayan ben “hain”.
12. Vakıflara para istenen astsubay, teğmen ve subayların “sicil korkusu” na tabi tutulması normal; bunları da yazacak ben “hain”.
Sabah, 9 Mart 2007
|
Umur TALU
10.03.2007
|
|
|
Çankaya, TÜSİAD, Baykal! |
Ne diyor TÜSİAD?
(1)Cumhurbaşkanı uzlaşma ile seçilirse daha doğru olur.
(2)Erdoğan’ın Başbakan olarak görevini sürdürmesi, Türkiye’de istikrar açısından daha hayırlıdır.
(3)Ancak Erdoğan ille de Çankaya diyorsa, buna da demokrasinin gereği olarak saygı gösterilir.
Bir başka deyişle:
TÜSİAD, taraftar olmasa da, Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığını dünyanın sonuymuş gibi algılamıyor. Anlaşılan, böyle bir tepkiselliğin Türkiye’de siyasal ve ekonomik istikrarsızlığa kapıyı ardına kadar açacağını gördüğü için böyle bir tutumu tercih ediyor.
Nitekim, TÜSİAD’ın bu tavrını başkent turları sırasında TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Arzuhan Yalçındağ belli etti. CHP lideri Baykal’la görüşmesinden sonra Erdoğan’ın başbakan olarak kalmasından yana olduklarını belirtirken şunu da söyledi:
“Ama Erdoğan eğer Cumhurbaşkanı olmak istiyorsa, Meclis kendisini seçecekse, o da Köşk’e çıkacaktır. Çünkü Türkiye demokratik bir ülkedir.”
Yerinde bir tespit.
Ama Türkiye’de bu tespitten memnun olmayanlar da var.
Bunlardan biri de Baykal.
CHP lideri, rahatsızlığını TÜSİAD Başkanı’nın yanında televizyon ekranlarına da yansıttı. Arzuhan Yalçındağ, Erdoğan’ın seçimini de demokrasinin gereği olarak niteleyince, Baykal kameraların önünde günlük deyişle bozuk attı:
“Anlaşılan TÜSİAD’ın buna bir itirazı yok!”
Ama Baykal’ın var.
Olabilir.
Benim de itirazlarım var Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçilmesine. Başbakan olarak kalmasının daha isabetli bir tercih olacağını düşünüyorum.
Ama Baykal’dan bir farkım var. CHP lideri, Erdoğan’ın Çankaya’ya çıkışını dünyanın sonuymuş gibi algılıyor ve öyle gösteriyor ya da göstermek işine geliyor.
Buna katılmıyorum.
Baykal uzun zamandır Cumhurbaşkanı seçimini bir rejim meselesi haline getirmenin peşinde.
Buna da katılmıyorum.
Baykal, askeri kışkırtıyor.
Bu da demokrasiye yakışmıyor.
Baykal, Türkiye’yi Çankaya seçimi dolayısıyla germek, cepheleştirmek istiyor. Siyaset meydanındaki böyle bir geriliminin, kutuplaşmanın seçim sandığında CHP’ye yarayacağını sanıyor.
Bu da tehlikeli ve yanlış.
Doğru olana gelince...
Herkes kendi düşüncesini söyler. Yeni cumhurbaşkanının kim olması gerektiğini, nasıl seçilmesinin doğru olacağını savunur. Ama sonunda demokrasinin gereği olarak ‘Meclisin iradesi’ne saygılı olur.
Baykal bu havada gözükmüyor.
Aba altından sopa gösteren bir tavır içinde. Asker öcüsü üzerinden siyaset yapıyor. “Siz konuşmazsanız, asker konuşacak Çankaya konusunda” demeye getiriyor. Sanki bir yerde askerin sözcüsü gibi davranıyor.
Böyle bir izlenim veriyor.
Ya da asker kalkıp hükümete ‘muhtıra’yı dayarsa, bundan memnun olacakmış, partisi sanki bundan oy kazanacakmış hissi yaratıyor Baykal...
Yazık!
Bu nasıl demokrasi anlayışı?
Milliyet, 9 Mart 2007
|
Hasan CEMAL
10.03.2007
|
|
|
Bir andıç daha var |
Genelkurmay’ın yeni bir “andıçı” daha ortaya çıktı. Genelkurmay andıçın varlığını yalanlamıyor.
Buna karşın andıçın dışarıya nasıl sızdığıyla ilgili bir soruşturma başlatılıyor.
Haklılar da...
Çünkü andıç sızdığına göre, çok daha kritik belgeler ve bilgiler de sızabilir. Bu da ülke güvenliği ile ilgili ciddi sorunlara neden olabilir. Genelkurmay’da andıçın bilgisayar sistemine dışardan girilerek mi alındığı, yoksa içerden birilerinin mi dışarıya çıkardığı konusu ele alınıyor. Andıçın Nokta dergisi gibi hiçbir gruba bağlı olmayan, bağımsız, İslamcı veya ulusal kimliği ön plana çıkmayan bir dergiyle kamuoyuna duyurulması da Genelkurmay’ın incelediği bir başka nokta.
Fakat Genelkurmay’ın asıl “dikkat çekici” bulduğu mesele “İslami basın” olarak tanımlanan gazete ve gazetecilerle ilgili bölümün sızdırılmamış veya “yayınlanmamış” olması.
Çünkü Genelkurmay’ın “andıç” adı altında yaptığı değerlendirmeler arasında “İslamcı” olarak nitelenen basınla ilgili bölümler de var.
Bana ulaşan bilgilere göre buradaki değerlendirmeler çok daha detaylı ve yer yer çok daha sert.
Fakat bu bölüm ortalıkta yok.
Genelkurmay, bu durumu kritik bir siyasi süreç öncesi, Genelkurmay’ın hedef haline getirilmesi ve liberal gazetelerle Genelkurmay arasında bir “gerilim” başlatılması girişimi olarak görüyor.
Sabah, 9 Mart 2007
|
Fatih ALTAYLI
10.03.2007
|
|
|
Andıçlı demokrasi |
28 Şubat’ın onuncu yılında Genelkurmay’ın gazetecilerle ilgili “akreditasyon” listesi ve medya değerlendirmesini içeren “yeni andıç”, Nokta dergisi tarafından “atlatma” bir haber olarak duyuruldu.(...)
Genelkurmay’ın çalışması, 1997 yılında başlatılan, medyada “güvenilirlik” uygulamasının, “Akredite Basın ve Yayın Organları Yeniden Değerlendirmesi” adıyla günümüzde de sürdüğünü gösteriyor. Askerler bir “iç hizmet” belgesi olarak gazetecileri Silahlı Kuvvetler yanlısı-karşıtı diye sınıflandırırken, Ocak-Eylül 2006 arasında yayımlanan haber ve yorumları esas almışlar. Artı ve eksi diye not vermişler.
Bu değerlendirmeye göre, Şemdinli’deki bombalama olayından sonra TSK’yı eleştirmek “andıçlanmak” için yeterli bir neden. Ya da askerin siyasete müdahalesine, askeri darbelere karşı olmak, Genelkurmay’ın “sakıncalılar” listesine dahil edilmeniz yargısını doğurabiliyor.
Böylesine ayrımcı bir bakış açısı ancak “andıçlı demokrasiler”de görülebilir.
28 Şubatların, 12 Eylüllerin geride kaldığını düşünürken, Genelkurmay’ın on yıl önceki “akreditasyon” notlarını güncelleme ihtiyacı duyması, demokrasinin geleceği adına düşündürücü, kaygı vericidir. ABD’de Mc Carty döneminde aydınlara karşı başlatılan tasfiyeciliğin gerekçesi “komünizm”di. Soğuk Savaş’ın hüküm sürdüğü 1960-70’li yıllarda, 12 Mart muhtırası ve 12 Eylül darbesinde sıkıyönetim mahkemeleri Türkiye’de pek çok insanın hayatını “emir-komuta” zincirinde hazırlanmış iddianameler yoluyla kararttı.
“Postmodern” darbe olarak anılan 28 Şubat sürecinde Şemdin Sakık’ın itirafları arasına eklenen “gerçek dışı” ifadelerle gazeteciler işlerinden oldular. İHD Başkanı Akın Birdal suikasta uğradı.
Andıç uygulamasıyla o zaman tanışmıştık!
Milliyet’te Genel Yayın Yönetmeni olduğum sırada 11 gazetecinin yazıları “kırmızı çizgi”yle not edilmiş ve bir dosya halinde iletilmişti.
Yayın politikamızdan ödün vermedik.(...)
Andıçta ismimizi görünce Şemdinli nedeniyle “bağımsız yargı”ya neden baskı yapıldığını daha iyi kavrıyoruz!
Milliyet, 9 Mart 2007
|
Derya SAZAK
10.03.2007
|
|
|
“Rapor”lu gazetecilik |
Türkiye gibi çalkantılı, demokratik kuralların, hukukun üstünlüğü fikrinin tam yerleşmediği bir ülkede yazı yazıyorsanız, kimilerini rahatsız edersiniz.
Normal olan rahatsız etmenizdir.
Eğer kimseyi rahatsız etmeden yazıyorsanız işinizi iyi yapmıyorsunuz demektir.
Temel hedefiniz kimi çevreleri rahatsız etmek olmasa bile, sizin duruşunuz rahatsızlık yaratabilir.
Aslolan sizin duruşunuzdur.
Bu duruş tepki çekebilir.
Ancak bunun tepkiden öteye gittiği, hukuku çiğnediği durumlar da ortaya çıkıyor.
Genelkurmay’da hazırlanan ve basına sızan rapor böyle bir hukuksuzluğun örneği.(...)
Peki, benim de adımın geçtiği bu raporla ilgili değerlendirmem ne? Raporu hazırlayanların anlamadığı temel nokta şu, demokrasilerde eleştirilerden muaf kurum yoktur.
Günlük siyasete müdahil olan, görüş bildiren, duruş alan her kurum eleştiriye açık olmalıdır.
Bunun “taraf veya karşı” olmakla ilgisi yoktur.
Bunun demokrasiyle ilgisi vardır.
Basına sızan rapor, medya mensuplarını “karşı veya taraf” diye ayıranların işlerini ciddiye almadığını, saçma sapan bir değerlendirmeye tabi tuttuğunu, kafalarının çok karışık olduğunu gösteriyor.
Bu birincisi.
İkincisi ise basın mensuplarını “yandaş ve karşı” olarak sınıflandırması.
Buradaki askerin tipik düşman-dost ayrımına denk gelen bir değerlendirme.
Askerle sivilin temel farkı buradadır.
Asker, olaylara dost-düşman çerçevesinden bakar, sivil ise farklı fikirlerin çatışmasını, çarpışmasını görür.
Ben bir gazetecinin olaylara ve gelişmelere asker gözüyle bakmasını anlayamam.
Çünkü askerin nihai amacı düşmanın imha edilmesidir.
Bir basın mensubu için bu amaç veya bu amacın dışa vurulması fikir ve düşünce özgürlüğüne yönelik bir müdahaledir.
Hiçbir basın mensubu kendi ordusuna karşı olmaz.
Ama bu ordunun veya orduyu komuta edenlerin yanlış politikalarına, sivil siyasete müdahalelerine, geçmişteki darbelerine karşı olabilir, eleştirebilir.
Eleştiriyor da.
Bugün Türkiye’de 27 Mayıs da, 12 Mart da, 12 Eylül de, 28 Şubat da tartışılıyor, değerlendiriliyor, eleştiriliyor.
Daha da eleştirilecek.
Çünkü gazeteci askere, başbakana veya işverene göre tavır belirlemez.
Kendi vicdanıyla konuşur.
Önemli olan her türlü iktidar merkezine mesafeli olabilmek, savunduğunu iddia ettiği ilkelerin mücadelesini herkese karşı verebilmektir.
Bunun karşılığında bazen siyasi iktidar için “istenmeyen kişi” olursunuz, bazen de askerlerin hazırladığı raporun konusu.
Bu önemli değildir. (...)
Önemli olan ruhunuzu pazara çıkarmamanızdır.
Bağımsız gazetecilik bunu gerektirir.
Yoksa elbette hayat insanı değiştirir, eğitir.
Tekrar rapora dönersek, haklılar ben tarafım.
Ben demokrasiden, hukuk devletinden, insanların etnik kökenine göre ayrıma tabi tutulmamasından yanayım.
Raporunuza bunları yazabilirsiniz.
Sabah, 9 Mart 2007
|
Ergün BABAHAN
10.03.2007
|
|
|
Basına balans ayarı mı? |
Acaba Devlet Su İşleri boru ihalesi konusunda basın toplantısı yaparken çağıracağı gazetecilerin siyasi görüşlerine bakıyor mu?
DSİ’nin, görevi dışında iş yapmamasını öneren gazetecileri kara listeye alıyor mu? Basın toplantısına kimi çağıracağına, o gazetenin DSİ hakkındaki haberlerine bakarak (56 olumlu, 23 olumsuz gibi) karar verdiğini düşünün.
En düşük standartlı demokraside bile bu olmazdı değil mi? Genelkurmay tarafından hazırlatıldığı söylenen yeni Andıç olayıyla ilgili haberleri okurken aklıma bunlar geldi.
Eğer bu haberler doğruysa, ortada açıkça hukuka aykırılık var demektir. Çünkü kamu hizmetini tarafsızlık esasına göre yürütmekle yükümlü bir kurum, sağcısı solcusuyla herkese eşit mesafede olması gerekirken tersini yapıyor, basın özgürlüğünü ihlal ediyor demektir.
Belgenin içeriği de ayrı bir sorun. Askerin siyasete müdahalesine karşı olmak, olumsuz bir tutum olarak değerlendiriliyor. Öyle değilse, bütün basın yayın organlarıyla ilgili değerlendirmelerin yer aldığı rapordaki şu ifadeleri nasıl anlamalı? ‘Bir yazarı askerin siyasete müdahalesine karşıdır. Bir yazar da asılsız bilgilere yer vermektedir. Diğer yazarların yazıları olumludur’. Yani bu raporu yazana göre askerin siyasete müdahalesine karşı olan ‘olumsuz’, diğerleri olumlu. Askeri müdahaleye karşı olmak, yani hukukun, yürürlükteki anayasanın ve demokrasinin gereğini yapmak kabahat olarak görülüyor. Üşenmedim saydım, askerin siyasete müdahale etmesine karşı olan (ki anlaşılan Andıç yazarına göre TSK karşıtı oluyor) gazeteci sayısı, her gazetede bir-iki kişi ve bütün ulusal basında ise sayıları 20’ye ulaşmıyor. Eğer öyleyse, Sezen Aksu’nun şarkısındaki gibi ‘yanmışız biz’. 20 kendini bilmez demokrat dışında bütün gazetecilerin askerin siyasete müdahalesine taraftar olduğu bir ‘demokrasi’. Dağlara taşlara.
Belgenin sonundaki ‘değerlendirme’ler de ayrı sorun. Basının ‘çoğulculuk anlayışı, maddi kaygılar ve kamuoyunun tüm kesimlerine hitap edebilme düşüncesi ile siyasal yelpazenin farklı kesimlerini temsil eden köşe yazarlarına ve program yapımcılarına kurumlarında yer vermeye başladıkları’ tespitini yapıyor. Türkçesi, hava değişti sanıp öyle çoğulculuk veya tiraj kaygısıyla ‘siyasal yelpazenin farklı kesimlerinden köşe yazarlarına yer veren’ basına dikkat çekiliyor (İnşallah bizim gazete yönetimi bunu okumamıştır).
TRT’yi bile, teokratik yayın yapıyor falan diye değil, ‘dini ve İslami odaklı programlara yer verdiği’ için eleştiren, Taha Akyol ve Ahmet Hakan Coşkun gibi demokratları bile sakıncalı gören ve Cumhuriyet gazetesini öven zihniyet, bu ülkede TSK için akreditasyon hazırlıyor.
Andıç, bizim gazete için de ‘akreditasyon durumu bir süre askıya alınmalıdır’ diyor. Ona göre star gazetesi ‘71 olumlu, 35 olumsuz haber yayımlanmış’. Eğer askeri müdahaleye karşı çıkmayı kötü gören zihniyetteki bir kişi bu kadar fazla ‘olumlu’ haber görüyorsa, bence gazete yönetimi kendisine çeki düzen vermeli.
Bu skandal belge, acaba basına yeni bir balans ayarı denemesi veya yeni bir 28 Şubat provası mı? Amacı ne olursa olsun, demokrasiye ve basın özgürlüğüne yeni bir darbe olduğu kesin. Ama bizim demokrasi geleneğimize pek de aykırı değil. Çünkü şair de diyor: ‘Türkiye’de demokrasi/ Dünyanın sekizinci garibesi/ Gelin görün/ Alın ibret dersi’.
Star, 9 Mart 2007
|
Berat ÖZİPEK
10.03.2007
|
|
|
Akreditasyon |
Sağolsun, Nokta Dergisi örnek bir gazetecilik yaptı da, Genelkurmay da kendi bünyesinde olup bitenlerden haberdar oldu!
Bundan üç ay önce Genelkurmay Halkla İlişkiler Şube Müdürlüğünce hazırlanıp Genelkurmay Genel Sekreteri Tümgeneral Salih Zeki Çolak’ın onayıyla Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Ergin Saygun’a gönderilen andıç hakkında “acilen” soruşturma açtı!
Ne diyeceğiz şimdi? “Bakın, soruşturma açılıyor işte, daha ne isteriz” diye kendimizi mi avutacağız? “Aman bir sonraki akreditasyon listesinin dışında kalırım” korkusuyla geçiştirecek miyiz bu skandalı? “Bize dokunmayan yılan bin yaşasın” tutumunu sürdürüp 1997’den beri devam eden bu akreditasyon rezaletini sineye mi çekeceğiz? Yoksa, basın olarak o listelerin topunu, kavramın kendisini hedef alan bir mücadeleye mi girişeceğiz?
***
Haberi okumuşsunuzdur; Genelkurmay Halkla İlişkiler, on yıldır hazırlanan akreditasyon listelerini yenilemeye karar veriyor. Amaç, TSK’yı casuslardan, bölücü ve yıkıcı gazetecilerden korumak! Tek tek bütün gazeteler ve gazeteciler artı ve eksi puanlarla değerlendiriliyor. Hangi gazete hangi olayda TSK için ne yazmış, bir bir not ediliyor. Sonuçta puanlar toplanıp çıkarılınca dört dörtlük bir “TSK karşıtları” ve “TSK yanlıları” tablosu çıkıyor ortaya. Mesela, “askerin siyasete müdahalesinden rahatsızlık duyan” gazeteciler TSK karşıtı, bölücü örgüt taraftarı olmuş oluyor! Ya da basında “sosyetik fişleme” başlığıyla yer alan, 2’nci Zırhlı Tugay Komutanlığı’ndan kaymakamlıklara gönderilen ve etnik, dini, marjinal ve diğer gruplara üye olan şahısların isimlerinin belirlenmesinin istenmesi” haberini yazanlar da öyle... Bu gibilerin kışlalara girmesi, Genelkurmay brifinglerine katılması, TSK’nın basına açık faaliyetlerinden herhangi biri içinde yer alması yasak. Çünkü casus olabilirler! Kışlalardan askeri birliklerden topladıkları bilgileri bölücü yıkıcı örgütlere taşıyabilirler, bu bilgileri kamuoyunu yanlış manipüle etmek için kullanabilirler!
***
Aslında bu akreditasyon rezaleti bir “28 Şubat çocuğu”... Türkiye’de bazı yayın organları tam on yıldır, yeteri kadar laik ve yeteri kadar TSK dostu görülmedikleri için Genelkurmay’a ve askerî kışlalara alınmıyor. Bugün bu olayın böyle büyüyüp tepki çekmesinin ve Genelkurmay soruşturmasına konu olmasının sebebi, dar bir “dinci basın” tanımlamasının dışına çıkıp hedefi iyice genişletmesi; bir başka deyişle bu defaki andıçı hazırlayanların, gemi iyice azıya almış olması...
***
Gerçekte yapılan şeyin özü aynı. Normal hukuk devletlerinde, devletin ya da devletin çeşitli organlarının sivil toplumda var olan herhangi bir kurumu, kişiyi yok sayması, ilişki kurmayı reddetmesi ancak hukuk dışı bir durum varsa söz konusudur. Ama bakıyoruz bizim ordu, hepsi de Basın Yayın Kanunu’na göre yayınlanan gazetelerin bazılarını akredite etmiyor. Yani “ben seni meşru görmüyorum, resmen tanımıyorum, yok sayıyorum, bu yüzden hiçbir faaliyetime de katmıyorum, basın toplantıma da almıyorum” diyor. Hangi kriterle yapıyor bu ayrımı? Paşa gönlüne göre...
***
Oysa devlet kurumlarının duyguları yoktur, olmamalıdır. Bir gazeteye sempati besleyip bir başkasına gıcık olamaz. Birinin çizgisini “doğru” bir başkasınınkini “yanlış” bulamaz. Kişiler ve kuruluşlar hakkında sübjektif kanaatler besleyemez. Bir kısım vatandaşı bir yerlere davet edip bir kısmını dışlayamaz. Giyimine kuşamına, fikrine zikrine göre ayrım yapamaz. Mevcut yasalarca meşru olan her kurum ve kişi onun nezdinde eşit olmak zorundadır.
***
Hayır, bir babanın çocukları karşısındaki eşitlikçi, hiçbirini kayırmayan, hepsine eşit ve hakkaniyetli davranmaya çalışan tutumu değildir bu. Bir makinenin, bir bilgisayarın nötr tutumudur. Devlet kurumları konumları gereği, bir bilgisayar kadar duygusuz, objektif, yansız ve fikirsiz olmak zorundadır. “Akredite olan/olmayan gazete” ayrımı ideolojik devletin kabak gibi ortaya çıktığı bir uygulama olduğu için önemlidir. Devleti, hiyerarşik olarak toplumun üstünde bir yere koyuyorsanız; onu ideolojik siyasî ve kültürel anlamda öncü olarak kabul ediyorsanız, ona—özellikle imtiyazlı kimi kurumlarına—böyle sübjektif değerlendirmeler yapma hakkı da verirsiniz.
Ama eğer ideolojik devleti, devlete ilişkin bütün sorunların merkezi olarak görenlerdenseniz ciddiye alır mücadele edersiniz.
Bugün, 9 Mart 2007
|
Gülay GÖKTÜRK
10.03.2007
|
|
|
Andıç gazeteciler |
Andıçlarla gazeteci mönüleri düzenlemek çok talihsiz bir uygulama.
Tıpkı bir mönü gibi; “istenmeyen tuzlular”, gene de idare eder kategorisinden “ara sıcaklar” ve lezzetine doyum olmaz “tatlılar” diye gazeteci listeleri oluşturmak.
Gazeteci listeleri, demokrasinin adabına uymaz, mide bozar.
Genelkurmay etkinliklerine böyle listelerle gazeteci çağırmak, medya üzerinde bir tür “dolaylı baskı” anlamına da gelir. Sakıncalıdır.
Öte yandan bu listenin yapılması kadar, sızması da vahim.
Türkiye’nin güvenliğini üstlenen TSK’nın sırları böyle ortaya dökülüp saçılırsa, yarınlarda kozmik savunma sırlarının da korunamayacağı kuşkuları oluşur.
Milliyet, 9 Mart 2007
|
Güneri CİVAOĞLU
10.03.2007
|
|
|
Casus, bombacı, suikastçi gazeteciler!!! |
Genelkurmay’ın dünkü açıklaması şöyleydi: “8 Mart 2007 günü Genelkurmay Başkanlığının basın yayın organları hakkında değerlendirme raporu hazırladığı şeklindeki haberlere medyada yer verilmiştir. Konu ile ilgili adli soruşturma başlatılmıştır…”
Evet, dünkü gazetelerin bir çoğunda, Nokta Dergisi’nin bu değerlendirme raporuyla ilgili haberi yer alıyordu. Genelkurmay Başkanlığının bu çerçevede hazırladığı bir “andıç”, akredite olmayan gazetelerin neden akredite edilmediklerini anlatıyor, ardından akredite edilenlerle ilgili değerlendirmelerde bulunuyor, en nihayet bu gazetelerin kimi yazarlarının şahsi akreditasyonlarının kaldırılmasını öngörüyordu.
Basın organlarını ve gazetecileri tek tek Türk Silahlı Kuvvetlerine karşı olanlar ve Türk Silahlı Kuvvetlerine yandaş olanlar olarak ikiye ayıran, yani “dost ve düşman kuvvetler” olarak tasnif eden bu mantık, “askerin toplumsal ve siyasi hayat üzerinde hoyratça kurmaya çalıştığı tahakküm”ün, dolaylı ve dolaysız müdahalelerinin son örneğidir, daha doğrusu bunlarla ilgili son skandaldır…
Nokta Dergisi’nin haberindeki ayrıntılar vahameti açıkça ortaya koyuyor.
Buna göre:
1. Akredite olmayan gazete ve gazeteciler, örneğin Yeni Şafak, örneğin ben ya da Fehmi Koru, bölücü ve yıkıcı akımlara destek veren kurum ve kişiler olarak tanımlanıyoruz.
Dahası, askeri bölge, birlik ve tesislere sokulmamamızın nedeni şöyle açıklanıyor andıçta:
Bu uygulamayla “Kamuoyunu kasıtlı olarak yanlış bilgilendirme girişimlerinden korunması ile bunların askeri bölge, birlik ve tesislere girerek istihbarat elde etmeleri ve bunu bölücü–yıkıcı unsurlara iletmeleri ve askeri birlik, tesis, malzeme ve personele zarar vermelerinin engellenmesi amaçlanmıştır…”
Nokta Dergisi’nin ifadesiyle, “… ‘Güvenilir olmayan’ gazeteciler, bölücü ve yıkıcı akımlara casus, suikastçı ve hatta intihar bombacısı olarak bile hizmet edebileceği için, söz konusu yerlere sokulmamış…”
Şöyle devam ediyor andıç:
“Güvenilir olarak değerlendirilmeyen basın–yayın kuruluşlarına akreditasyon verilmeyerek bunların kamuoyunda itibar görmemesi sağlanmıştır.”
İnanılır gibi değil, ama gerçek…
2. Andıç, basın grup ve kuruluşlarının sermaye yapılarını, politik tutumlarını, yazar kadrolarını, haberlerini yıllık değerlendirmelere tabi tutuyor. Habere göre: “Bir yıllık dönemde TSK hakkındaki haberler veya sadece adının geçtiği haberler olumlu ve olumsuz olmak üzere iki sınıfta toplanıp o gazetenin genel tutumu belirleniyor…”
“Benzer bir işlem köşe yazarlarıyla ilgili olarak da yapılıyor. Sonuçta gazeteye onay verilse bile tek tek yazarlar ele alınıp kimileri sakıncalı ilân ediliyor, kimisi ise asker yanlı ilan ediliyor…”
Bu arada Andıç’tan 1 Temmuz 2005 tarihinde bir medya brifingi yapıldığını, bu brifingte gazete yöneticilerinin TSK haberleri ve devlet politikaları konusunda uyarıldığını ve bir çoğunun bu uyarılara uyduğunu öğreniyoruz…
Rezalet iki yönlü…
Asker tasnif ediyor, hüküm veriyor, yaptırım uyguluyor, toplumu yönlendirmeye soyunuyor…
Basın bir bölümüyle bu yönlendirmenin ortağı ve aracı oluyor…
Akredite olanların akredite olmayan gazetelerle ilgili duyarsızlıkları ve tutumları zaten bunu ortaya koymuyor muydu?
Topyekün askerileşiyoruz…
Ne hakkı var askeri kurumun toplumu kesimleri, kurumları ve organlarıyla dost ve düşman diye ikiye bölmeye?
Suç değil midir bu?
Gel gör ki Genelkurmay bu konuda rahat... Yaptığı açıklamada adli bir soruşturmadan söz ediyor; ama bu soruşturmanın “değerlendirmeyi hazırlayanla” ilgili değil, “basına sızdıranla” ilgili olacağı hissediliyor…
Çünkü topyekün askerileşiyoruz…
Çünkü devletin kendi toplumundan, özgür düşünceden, eleştiriden duyduğu korkuyu elbirliğiyle kurumlaştırıyoruz…
Yeni Şafak, 9 Mart 2007
|
Ali BAYRAMOĞLU
10.03.2007
|
|
|
Kopenhag Kriterlerinden Ankara Kriterlerine |
28 Şubat’ın 10’uncu yıldönümünde bir yeni “andıç skandalı” daha patladı. Kamuoyunun “andıç” sözcüğü ile tanışması, 1998’de benim adımın ve benim adımın yanı sıra M. Ali Birand ve Akın Birdal’ın isimlerini hedef alan kumpasla söz konusu olmuştu. (...)
Bu seferki “andıç”, andıç olmasına andıç ama bundan 9 yıl önceki “andıç”tan farklı. Bu sefer, ortada aşağılık bir “iftira”ya dayalı, bir “tertip”, bir “kumpas” yok; Türk Silahlı Kuvvetleri’nin adının karıştırıldığı bir “münasebetsizlik” var. (...)
Bizleri hedef alan “andıç”, Genelkurmay’da 1998 yılında bir “psikolojik savaş” silahı olarak hazırlanmış, dönemin Genelkurmay İstihbarat Başkanı (son 30 Ağustos’a dek Jandarma Genel Komutanı) Fevzi Türkeri’nin imzasını, İkinci Başkan Orgeneral Çevik Bir’in parafını taşıyordu. Dönemin Genelkurmay Genel Sekreteri Tümgeneral Erol Özkasnak üzerinden medyada yayımlanması sağlanan bir “kumpas”tı. O dönemde ben bunu, “Türkiye’nin Dreyfus olayı” olarak nitelemiştim.
O “andıç”, hazırlanıp yayımlatılmasından iki yıl sonra 2000 yılında “arka planı”yla basına sızdırıldı. Nazlı Ilıcak üzerine gitti. Ardındaki gerçeğin ortaya dökülüp saçılması üzerine Genelkurmay, doğruluğunu kabul ederek “özür” olarak yorumlanmaya uygun bir açıklama yaptı. Zaten, basına sızdırılması, gerçeklerin ortaya çıkarılması, “andıç”ı tasvip etmeyen Genelkurmay mensupları sayesinde olabilirdi. Böylece, “andıç”ın askeri bünyede tümüyle kabul gören bir çalışma olmadığı da anlaşılmış oldu.
Nokta dergisinin de “yeni andıç”ı yayımlayabilmesi, bunun “içerden” sızdırılmasıyla mümkün olabilirdi. Bu da yine askeri bünye içinde bunun tümüyle kabul görmediğinin bir göstergesidir. Dolayısıyla üzerine gidilmesi gereken adresler, bunu yayımlayan ve sızdıranlardan ziyade, bu çalışmanın yapıldığı yerler olmalı.
Bu son “andıç”, yukarıda da belirttiğimiz gibi bir “kumpas” ya da “iftira silahı”nın ateşlendiği bir “kirli tertip” değil, ancak bir “yanlışlar manzumesi”. Genelkurmay’ın yapmaması ve Genelkurmay’da yapılmaması gereken bir çalışma.
Bu “son andıç” neyin nesi?
Nokta’dan okuyalım:
Genelkurmay Halkla İlişkiler Şube Müdürlüğü’nce hazırlanıp Genelkurmay Genel Sekreteri Tümgeneral Salih Zeki Çolak’ın onayıyla Genelkurmay 2. Başkanı Ergin Saygun’a gönderilen ‘Akredite Basın ve Yayın Organları Yeniden Değerlendirmesi’ konulu üç sayfalık andıçta önce, akreditasyon, Türkçesiyle ‘güvenilirlik’ uygulamasının 1997 yılında başlatıldığı hatırlatılıyor. Devamla da “Bazılarının güvenilir olduğu, bazılarının güvenilir olmadığı sonucundan hareketle güvenilir basın-yayın kuruluşlarının yer aldığı bir ‘Akreditasyon Listesi’ oluşturulmuştur” deniliyor. (...)
Bu satırların arkasında tüyler ürpertici bir kafa yapısı gözüküyor. Buradan çıkan sonuç, akreditasyonun, gazetecilerin TSK faaliyetlerini izlemek için elde edecekleri bir “giriş izni” olmayıp, bir “güvenilirlik ölçüsü” olması. Zira, yukarıdaki tanımlama, bazı basın kuruluşları ve gazetecileri, adeta “casus” muamelesine tutuyor.
“Bölücü ve yıkıcı akımlara destek veren” basın kuruluşlarından, bunların mensuplarının “provokasyon ve kamuoyunu kasıtlı yanlış bilgilendirme girişimleri”nden söz ediyor. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, kendisini “Akreditasyon değerlendirmesi”yle bu gibilerden korunması amaçlanmış oluyor.
“Deveye niye boynun eğri diye sormuşlar; nerem doğru ki demiş” hesabı, bu “andıç içeriği”ni neresinden tutsanız elinizde kalıyor. Bazı basın-yayın kuruşları, yukarıdaki son derece “keyfi” ölçülere göre “akredite” olabiliyor; bazıları olamıyor. Olanların olması da yetmiyor. “Akredite” bünye içindeki bazı gazeteciler, kurumları akredite olsa bile, “askeri bölge, birlik ve tesislere girerek istihbarat elde etmeleri ve bunu bölücü-yıkıcı unsurlara iletmeleri ve askeri birlik, tesis, malzeme ve personele zarar vermelerinin engellenmesi amacıyla” akredite edilmiyorlar.
Yani, “düşman” güçlerden söz ediliyor sanki; “casuslar”dan.
Sonra TSK yanlısı ve TSK karşıtı, yani “akredite olabilirler” ile “akredite olamazlar” listesine bakıyorsunuz, ipe sapa gelmiyor. Basının içini biraz bilen, dışarıdan basını biraz izleyen herhangi birisinin, bir arada görmekten hayretlere düşeceği isimler her iki listede de tam bir “aşure kazanı”nın içine giren her türlü meyve-sebze gibi alt alta, üst üste sıralanmışlar.
Bir kurumun değerlendirme yeteneğine duyulacak güvene ancak bu kadar zarar verilebilir...
Bir kurumun kendisini koruma hakkı, kimilerini beğenip kimilerini beğenmeme hakkı elbette vardır. Ancak, bir devlet kurumunun, haber alma faaliyeti ile ilgili olarak bu tür kıstaslar koyma hakkı olamaz. Koyduğu kıstaslar, bazı basın-yayın organları ile gazetecilerin, en liberal ceza hukukuna göre bile “suçlu kategorisi”ne girdiklerini ifade ediyor. Türkiye, bir hukuk devleti ise bu gibilerin basın-yayın organı olabilmeleri ve gazetecilik mesleğini icra edebilmeleri mümkün olamaz. Şayet Türkiye bir hukuk devleti ise Genelkurmay’ın kendisini Türk hukuk sisteminin dışına bu şekilde çıkarması da mümkün olmamalıdır.
Sorun, bu “andıç” işinin kökünün bir “postmodern darbe”ye uzanmasında. İşin kökü 1997 yılında. Ne deniyor? “1997 yılında Genelkurmay Başkanlığı tarafından basın-yayın kuruluşlarının ‘güvenilirlik’ denetimine tabi tutulmasına başlanmasıyla...”1997’den önce, basın-yayın kuruluşları için bu tür bir “güvenilirlik denetimi”nin söz konusu olmaması, herhalde basın-yayın kuruluşlarının nitelikleriyle ilgili değildi. Miladın 1997 olması, o tarihten itibaren bazı basın-yayın kuruluşları ile gazetecilerin “güvenilir olmaktan çıkması”yla ilgili olmayıp, Genelkurmay’ın demokratik işleyişin dışına çıkmasıyla, 28 Şubat adındaki sürece yayılan “askeri müdahale” ile ilgilidir. Dolayısıyla, ortadan kalkması ve kaldırılması gereken de budur. Türkiye’nin 1997’sini bir nebze anlamak ve açıklamak -onaylanamayacak olsa da- mümkündür. Türkiye’nin AB aday üyeliği 1999’da gerçekleşti. “Kopenhag Kriterleri”ne uyum, 1999’dan sonra önümüze kondu. Büyük ölçüde uyulduğu varsayıldığı için 17 Aralık 2004’te “tam üyelik müzakereleri”ne başlanabileceğine karar verildi. 3 Ekim 2005’te tam üyelik müzakereleri başladı ve Türkiye, AB’ye aday üye statüsünden, “katılımcı ülke” statüsüne geçti.
2007 yılında 1997’ye geri dönemeyiz. Tayyip Erdoğan’ın arada bir “Kopenhag Kriterleri olmazsa Ankara Kriterleri’ni uygularız” diyerek kastettiği bu mudur? “Ankara Kriterleri” andıçlar oluyor. Kopenhag Kriterleri ise Türkiye’nin demokratikleşmesi.
Genelkurmay’a güç ve saygınlık getirecek olan da demokratik Türkiye’nin Genelkurmay’ı olmasıdır. 2007 yılında 1997’ye geri dönemeyeceğimiz gibi, dönmemeliyiz de...
Referans, 9 Mart 2007
|
Cengiz ÇANDAR
10.03.2007
|
|
|
|