Kur’ân öğrendiğimiz bir gün kapı açıldı, içeriye bir jandarma çavuşu girdi. Hocamıza hitaben, “Yerinden kıpırdama” diye yüksek sesle bağırdı. Gelip hocamızı kelepçeledi. Hepimiz çok korktuk, ürktük haliyle. Elimizdeki, çantalarımızdaki Kur’ân-ı Kerim’leri, eski yazı ne varsa çuvallara doldurdu.
*Enver Galip Ceylan kimdir? Biraz kendinizden bahseder misiniz?
Benim doğum yerim Ordu vilâyetinin Perşembe kazasıdır. Rumî 1341, yani milâdî 1925 yılında doğmuşum. Küçük yaşta annem vefat etti. Babam dindar bir insandı. Fakat babasından yetim kaldığı için okuyamamıştı. Kendileri okuyamadıkları için beni okutmak istediler. Küçük yaşlarda Kur’ân-ı Kerim okumayı öğreneyim istediler.
Fakat 1928’den sonra bütün dinî tedrisat kaldırılmış. Medreseler lağv olmuş. Ne Kur’ân-ı Kerim, ne dinî bilgiler öğrenmek mümkün. Ben o tarihlerde 5-6 yaşındaydım. İşte o talihsiz yıllarda, babam köy idare heyetindeymiş. Muhtara demiş ki, “Kardeşim, ne olacak bu işler? Çocuklara nasıl Kur’ân öğreteceğiz? Bir yolunu bulalım” diye teklif etmiş.
Köyümüzde, eskiden kalma, Osmanlı devrinden kalma “mahalle mektebi” varmış, ancak kullanılmıyormuş. Düşünmüşler, “Gidip nahiye müdürüne söyleyelim, o bizi görmezden gelsin ve bu binada çocuklara Kur’ân öğretelim” demişler.
Fakat o zamana kadar inkılâplar olmuş, Giresun’da İstiklâl Mahkemeleri kurulmuş, insanlar asılmış. Herkesin içinde bir korku var. Gitmişler, “Müdür Bey, seninle bir meseleyi görüşmek istiyoruz” demişler. Zaten müdür de 30 yıldır orada görev yapan biri olduğu için, herkesi tanıyor. “Buyurun” demiş. Babam, muhtarla birlikte konuyu anlatmış ve yardım istemiş. Nahiye müdürü de aslında dindar bir insanmış, ama böyle bir şeye izin verse kendisinin de zarar göreceğini bildiği için, “Siz aklınızı mı kaçırdınız? Ben böyle bir teklifi duymamış olayım. Eğer şikâyet eden olmazsa, gidin yapın. Ama şikâyet eden olursa, ben size sahip çıkmam, kanun ne gerektiriyorsa onu yapar, sizden dâvâcı bile olurum” demiş.
Babam ve muhtar da, “Bu ‘gizli izin’ bize yeter” demişler. Gelmişler, köyümüze yakın Yumrutaş adlı bir köy var. Orada askerlikte başçavuşluğa kadar yükselen bir Ali Çavuş adlı kişi vardı, onu köyümüze getirmişler. Böylelikle ‘gizli’ce Kur’ân öğrenmeye başladık.
Kızlar bir tarafta, erkekler bir tarafta Kur’ân öğrenmeye başladık. Nedense kızlara, ezberden Kur’ân öğretiliyordu. Biz Elifba’dan başladık. Hocamız çok uyanık bir adamdı. Ona da söylenmiş zaten, ‘Dikkatli ol’ diye. Aramızda mektebe giden çocuklar var, birinci sınıf, ikinci sınıf gibi. Tabiî onların alfabe ve diğer kitapları vardı. Biz de onlardan latin alfabesiyle okumayı ve yazmayı öğrendik, iki işi bir arada yapmış olduk. Hocamız da bizi kontrol ediyor ve “Şimdi mektebe gidecek olursanız, ikinci, üçüncü sınıftan başlayabilirsiniz” diye bizi teşvik de ediyordu.
Orada bir ya da iki ayda Kur’ân-ı Kerim’i çabucak öğrendik. Kur’ân okumaya başladık. Yasin Sûresine kadar hatim etmek sûretiyle geldik.
Kur’ân öğrendiğimiz bir gün kapı açıldı, içeriye bir jandarma çavuşu girdi. Hocamıza hitaben, “Yerinden kıpırdama” diye yüksek sesle bağırdı. Gelip hocamızı kelepçeledi. Hepimiz çok korktuk, ürktük haliyle. Elimizdeki, çantalarımızdaki Kur’ân-ı Kerim’leri, eski yazı ne varsa çuvallara doldurdu. Yaşça bizden büyük bir arkadaşımızı çağırdı ve çuvalı onun sırtına verdi. Bize de, “Hadi dağılın, çabuk evinize gidin” dedi. Biz de ağlayarak evlerimize koştuk. Tabiî eve gelince telâşla olanları anlattık. Herkeste bir endişe. Eve giderken de, hangi yoldan gidelim diye ayrı bir heyecan yaşadık, jandarmaya yakalanmayalım diye.
Karadeniz’de evler dağınık haldedir, bilirsiniz. Giderken muhtar, hocamız ve bir iki kişiyi de bir ağacın altında otururken gördük. Baktık ellerinde kâğıtlar var. Meğer, tutanak tutulmuş ve ihtiyar heyeti üyelerine imzalatılması gerekiyormuş. Babam daha sonra anlattı: Kasabaya giderken, yol üzerinde uzun yıllar memuriyet yapmış bir Ali Efendi varmış. Ali Efendi gelmiş ve durumu anlamış. Bakmış, Kur’ân-ı Kerimler bir çuvalın içinde. Jandarmaya hitaben, “Oğlum sen Müslüman değil misin?” demiş. Jandarma da, “Biz emir kuluyuz” demiş. Ali Efendi, tutanağa bakarak, “Bu bizi idama götürür, olur mu?” demiş. Derken biraz daha konuşup jandarma çavuşunu yumuşatmış. Jandarma çavuşu da, “Ee, ne yapabiliriz?” diye sormuş. Ali Efendi de bakmış ki jandarmanın kalbi yumuşadı, hemen çuvalı kaptığı gibi evine götürmüş ve bulduğu başka kitapları, defterleri bir çuvala koyarak getirmiş. Tutanağı da değiştirmiş ve “Baskın yaptık, ama suç unsuru [hâşâ Kur’ân’a böyle diyorlardı] bulamadık” anlamında bir tutanak hazırlatıp, hocayı ve muhtarı nahiyeye doğru jandarma ile birlikte göndermiş.
Tabiî bu esnada Nahiye Müdürü durumu vilâyete bildirmiş. Hoca ve muhtar nahiyeye gidince, nahiye müdürü küplere binmiş, “Siz benim bölgemde nasıl böyle bir iş yaparsınız?” diye gözdağı vermiş. Aslında o da biliyor, ama kendini kurtarmak için böyle davranıyormuş. Neticede vilâyetle konuşmuşlar ve ‘Suç unsuru yakalayamadık’ deyince, “Onları güzel bir korkutun, tehdit edin ve salıverin” demişler, nahiye müdürü de öyle yapmış.
Sonra biz Kur’ân okumaya devam ettik. Kasabamızın bir hocası vardı, ondan duyduğumuz sûreleri ezberler ve onu taklid ederek okurduk. Benim sesim de Allah vergisi, güzel idi. Babam da, ‘İllâ bu çocuğu hafız yetiştireceğim’ derdi. Kasabamızın imamı, Osmanlı yadigârı bir din adamıydı, İstanbul talebesiydi, hafızdı. Köyümüzün imamını da dinleyerek ‘İnnelil muttekîne...’ aşrını Kur’ân’a bakmadan ezberlemiştim. Bunları okuyunca da köylüler, “Aa, ne güzel okuyor” derlerdi.
Babam, kasabadaki hocaya gidip, “Yeğenim” demiş, “Benim oğlumu hafız yetiştirir misin?” Hoca da, durumun zor olduğunu biliyor, “Peki” demiş. “Ben gerekirse evinde ona bunu öğretir, hafız yetiştiririm.”
İmam Efendi de bu görevi fahri olarak yapıyor, maaş almıyormuş. Bu şekilde hafızlığımı yaptım.
İlk tahsilimi de dışardan imtihan vererek bitirdim. İstanbul’a talebe olarak geldim. İstanbul büyük yer olduğu için, belki görev alma ihtimali de var diyerek geldik. Bir de İstanbul’da 3 tane Kur’ân kursunun var olduğunu öğrendik.
*‘Bağda bahçede okurken hafız oldum’ dediniz. Çok sıkıntı çektiniz mi?
Kur’ân öğrenmeme mani olmak isteyenler oldu. Ama babam okumamı çok istedi. Tek öğrenci olunca, fazla bir sıkıntı çıkmadı, hocamın yardımıyla bu işe muvaffak olduk. Normalde Kur’ân’ı üzerinden bile hızlı okuyamıyordum, ama hocam sabretti ve hafızlığa başlamama izin verdi. Hocamızın ağzı da çok talimliydi. Ne de olsa İstanbul’da okumuş ve hafızlık yapmıştı. O sebeple çok istifade ettim, Allah rahmet etsin.
*İstanbul’a ilk gelişiniz ve vazife alışınızı anlatır mısınız?
Askerliğimden sonra İstanbul’a geldim. Ali Rıza Akkuş Hocanın tanıdıkları vasıtasıyla bizi buraya getirdiler, ‘oku’ dediler. Geldiğim zaman, hoca efendi ile tanıştığımda, “Oku bakalım” dedi. Ben de Eûzü Besmele çekerek okudum. Hoca, “Hocan seni sanki İstanbul’da okutmuş” dediler. Bahsettiğim tarih 1942. İstanbul’da o zaman yarım milyon insan var. Böyle başladık. Hocam bana, “Ramazan geliyor. Sen Ramazanlarda hiç mukabele okudun mu?” dedi. Ben de, “Evet, okudum” dedim. O zaman, “Sen memleketine git, oralarda harçlığını kazan, sonra buraya gelince, sınavlar açılır. Onlara girer, bir yere yerleşirsin” dedi, yol gösterdi. Ben de öyle yaptım. Ramazan’dan sonra geldim ve orada biraz talebe olarak devam ettim. Sonra imtihanlara girdim ve müezzin oldum. Nuruosmaniye Camii’nde göreve başladım. Sonunda da yine Nuruosmaniye Camii Baş İmamlığından emekli oldum.
*Eserleriniz hakkında bilgi verir misiniz?
“Kur’ân Lisanı Elifbası” ve “Osmanlıca Dersi” kitapları hazırladım. Tabiî bu gibi kitapları hazırlamak, bizim gibi acizlerin işi değil, ama ben küçükten beri bu işlere merak sarmıştım. Biz cumhuriyet devri çocuğuyuz. Osmanlı devrinden kalan ağabeylerimizin, hocalarımızın oğullarının yardımıyla küçük yaşta heveslenerek kendi gayretimizle, Osmanlı Türkçesi’ni yazma ve okumayı öğrenmiştim. İstanbul’a gelince, işin ehli olan kişilerden, dostlardan Osmanlı Türkçesi’nin imlâsını öğrendim. Ve notlarımı da daima böyle tuttuğum için, bunu gören kardeşlerimiz ve talebelerimiz; “Hocam böyle bir şeye ihtiyaç var” dediler. Bunların yanı sıra talebelerim de teşvik etti. Ben Osmanlı Türkçesi’yle zaten meşgul oluyordum. Daha eski Mükemmel Kavaid-i Osmaniye diye bir eser vardı elimde, onu da okumuştum ve ondan da istifade ettim. Bir de merhum Faruk Timurtaş Hocanın eseri var; Osmanlıca’ya Giriş. Onlardan istifade ederek ve kendi bilgi ve tecrübelerimi de katarak bu eserleri meydana getirdik. Şimdi bu bir metoddur. Bu metodun, eski Türkçe’ye tatbikatıdır. Acizâne 40 senedir bu öğrenme ve öğretme içinde bulunuyorum. Allah ü Tealâ bizi bu yolda devam ettirsin.
*Risâle-i Nur eserleriyle nasıl tanıştınız?
Nuruosmaniye’deyken üniversiteye giden talebelerimiz namaza geliyorlardı. Onların başında Konyalı Muhsin Alev vardı. Onun yanında, Ziya isminde bir kardeşi vardı, vefat etti, Allah rahmet eylesin. Onlar üniversiteye devam ediyorlardı, onlarla tanıştık. Onlar Risâle-i Nur’u tanıyor ve herkese de tanıtıyorlardı. Dolayısıyla Ahmet Ağabeyle falan tanıştık. Bunlar Risâle-i Nur’u eski yazıyla çoğaltıyorlardı. Onlar getiriyorlardı, okuyorduk. Risâleleri ben camideki dolabıma koyardım. Tabiî bazı arkadaşlar ‘Yapma, sana zarar gelir’ derlerdi, çünkü herkes korkutulmuştu. Derslere gelir giderdik.
Mehmet Emin Birinci, Nuruosmaniye’deki kardeşlerin yanına gelirdi. Orada tanıştık, camiye gelen arkadaşlara Risâle veriyordu. Öyle tanıştık. Muhsin kardeşimiz, Gençlik Rehberi’ni bastırmaya uğraşıyordu. Ona da yardımcı olduk. Sonra ben yeniden imam hatiplik için imtihanlara girdim. Kadıköy’deki Osman Ağa Camii’nin imtihanını kazanmıştım. Yalnız oraya gitmedim. Bu arada Nuruosmaniye’nin ikinci imamı vefat etmişti. Bunun için Ankara’ya imtihana gittim. Dediler ki, “Sen zaten orada görev yapıyorsun”; imtihana gerek görmediler ve beni bu vazifeye verdiler. Bu şekilde 1956 yılında Nuruosmaniye Camii ikinci imamı oldum.
*Kur’ân öğretmeye devam ediyor musunuz?
Evet, hâlâ evime gelenler oluyor. Doktor ya da öğretmen olmuş kişiler geliyorlar. Onlara da Kur’ân öğretmeye devam ediyorum.
Bir noktaya dikkat etmek lâzım: Kur’ân’ı Türkçe okunuşuyla öğrenmek ve okumak mümkün değildir. Bu, büyük hatadır. Bir defa, insanları tembelliğe sevk ediyor. Meselâ, İngilizce bile okunduğu gibi yazılmıyor. İngilizce’yi öğrenmek için çalışıyorlar da, bu Kur’ân dilini neden öğrenmiyor insanlarımız? Bu Arapça harfler başka şekilde ifade edilemez, yazılamaz.
*Çocuklara Kur’ân’ı nasıl daha kolay öğretebiliriz, nasıl sevdirebiliriz?
Hazırladığımız ‘Elifba’ bu iş için çok uygun. Şimdi her türlü imkân var, öğrenmek ve öğretmek kolay. Elifba’nın önceki baskılarının altına Türkçe okunuşları da yazmıştık. Ama öğretici hoca arkadaşlar, “Hocam bunu kaldıralım, tembellik yapıp buradan okuyorlar” dediler. Ben de kaldırdım. Şimdi sonunda bunlar yazılı. Ama bunları da kaldırmak istiyorum. Kendi kendinize bu kitaplardan bu metodla çok kolay bir şekilde Kur’ân okumayı öğrenebilirsiniz.
*Yaz Kur’ân kurslarında genellikle tersi yapılıyor. Bu kısa sürede çocuklar nasıl Kur’ân öğrenecek?
İlkokulu bitiren bir çoçuk, bu Elifba ile ortalama olarak 2-3 haftada Kur’ân’a geçiyor. Liseye gidenler de bir haftada falan öğreniyor. Bir ecnebî/yabancı Müslüman oluyor, Müslüman olduktan sonra Kur’ân’ı orijinalinden okumak istiyor ve okumayı öğreniyor. Onlar öğrenebiliyor da, biz neden öğrenemiyoruz? Bu yapılan tembelliktir, Müslüman tembel olmaz.
*Hocam, verdiğiniz bilgiler için çok teşekkür
ederiz
Ben teşekkür ederim.
|