|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
İlyas: "Herşeyi en güzel şekilde yaratan Allah'ı bırakıp da Baal ismindeki puta mı tapıyorsunuz? Sizin Rabbiniz de, evvelce gelip geçen atalarınızın Rabbi de Allah'tır."
Sâffât Sûresi: 125-126
|
02.01.2007
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Güvenilirliği olmayanın kâmil imânı yoktur. Temizliği olmayanın namazı yoktur. Namazı olmayanın dine bağlılığı yoktur. Dinde namazın yeri, bedende başın yeri gibidir.
Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3848
|
02.01.2007
|
|
Kurbanlık hayvan, sahibine Sıratta binektir
Hâlık-ı Rahîm ve Rezzâk-ı Kerîm ve Sâni-i Hakîm şu dünyayı, âlem-i ervah ve rûhâniyat için bir bayram, bir şehrâyin sûretinde yapıp, bütün esmâsının garâib-i nukuşuyla süslendirip, küçük büyük, ulvî süflî herbir ruha, ona münasip ve o bayramdaki ayrı ayrı hesapsız mehâsin ve in’âmattan istifade etmeye muvâfık ve havas ile mücehhez bir ceset giydirir, bir vücud-u cismanî verir, bir defa o temâşâgâha gönderir.
Hem zaman ve mekân cihetiyle pek geniş olan o bayramı asırlara, senelere, mevsimlere, hattâ günlere, kıt’alara taksim ederek herbir asrı, herbir seneyi, herbir mevsimi, hattâ bir cihette herbir günü, herbir kıt’ayı, birer taife ruhlu mahlûkatına ve nebatî masnuatına birer resm-i geçit tarzında bir ulvî bayram yapmıştır. Ve bilhassa rû-yi zemin, hususan bahar ve yaz zamanında, masnûât-ı sağîrenin taifelerine öyle şâşaalı ve birbiri arkasında bayramlardır ki, tabakât-ı âliyede olan rûhâniyâtı ve melâikeleri ve sekene-i semâvâtı seyre celb edecek bir câzibedarlık görünüyor. Ve ehl-i tefekkür için öyle şirin bir mütâlâagâh oluyor ki, akıl tarifinden âcizdir.
Fakat bu ziyâfet-i İlâhiye ve bayram-ı Rabbâniyedeki ism-i Rahmân ve Muhyî’nin tecellîlerine mukabil, ism-i Kahhar ve Mümît, firak ve mevtle karşılarına çıkıyorlar. Şu ise, “Rahmetim herşeyi kaplamıştır” (A’râf Sûresi, 7:156.) rahmetinin vüs’at-i şümûlüne zahiren muvâfık düşmüyor. Fakat hakikatte birkaç cihet-i muvâfakati vardır. Bir ciheti şudur ki:
Sâni-i Kerîm, Fâtır-ı Rahîm, herbir tâifenin resm-i geçit nöbeti bittikten ve o resm-i geçitten maksut olan neticeler alındıktan sonra, ekseriyet îtibarıyla, dünyadan merhametkârâne bir tarzla tenfîr edip usandırıyor, istirahate bir meyil ve başka bir âleme göçmeye bir şevk ihsan ediyor; ve vazife-i hayattan terhis edildikleri zaman, vatan-ı aslîlerine bir meyelân-ı şevkengîz, ruhlarında uyandırıyor.
Hem o Rahmân’ın nihayetsiz rahmetinden uzak değil ki, nasıl vazife uğrunda, mücahede işinde telef olan bir nefere şehâdet rütbesini veriyor ve kurban olarak kesilen bir koyuna, âhirette cismanî bir vücud-u bâkî vererek Sırat üstünde, sahibine burak gibi bir bineklik mertebesini vermekle mükâfatlandırıyor. Öyle de, sair zîruh ve hayvanatın dahi, kendilerine mahsus vazife-i fıtriye-i Rabbâniyelerinde ve evâmir-i Sübhâniyenin itaatlerinde telef olan ve şiddetli meşakkat çeken zîruhların, onlara göre bir çeşit mükâfat-ı rûhâniye ve onların istidatlarına göre bir nevî ücret-i mâneviye, o tükenmez hazine-i rahmetinde baîd değil ki bulunmasın; dünyadan gitmelerinden pek çok incinmesinler, belki memnun olsunlar. Lâ ya’lemu’l-ğaybe illâllah.
Sözler, 17. Söz, s. 185
|
02.01.2007
|
|
ESMA-İ HÜSNA
Mukît
Allah (c.c.), Mukît’tir. Yani, mahlûkata kût ve gıda veren, rızık ve nîmet ihsân eden Cenâb-ı Haktır. Allah Teâlâ kendisine isyan etsin etmesin hiçbir kulunu, gıdasız ve rızıksız bırakmaz, hiçbir mahlûkunu açlığa ve sefalete teslim etmez. Mahlûkâtının her türlü ihtiyaçlarını karşılar, rızıklarını taahhüt eder ve verir. Beden hücrelerinin ihtiyacı olan vitaminleri ve gıdaları eksiksiz bulmak, sayısız türlü türlü nîmetlerle beslenmek ve hayatın devamını sağlamak mahlûkat için güç yetirilmez bir ihtiyaçtır. Cenâb-ı Hak mahlûkatının hayatı süresince ihtiyaç duydukları gıdayı basit topraktan ve sudan halk ederek ikram eder ve canlıların hayatta kalmalarını sağlar.
Ebû Hüreyre’nin (r.a.) Allah Resûlü’nden (a.s.m.) rivâyet ettiği1 Mukît ism-i şerifi, Kur’ân’da da vârit olmuştur. Cenâb-ı Hak, “Kim iyi bir işte aracılık ederse, ona onun sevabından bir pay vardır. Kim de kötü bir işte aracılık yaparsa ona da o kötülükten bir hisse vardır. Allah her şey üzerinde Mukît’tir”2 buyurur.
Hayatın devamlılığı için Cenâb-ı Hakkın envâi çeşit nimet ve rızık yarattığına dikkat çeken Bedîüzzaman, Rezzâk isminin hayatın bekâsına ve inkişâfına lâzım maddî ve mânevî gıdaları yetiştirdiğini, bedenin de fıtrî bir fermân ve taksimâtla bu gıdâların bir kısmını depo ettiğini kaydeder.3
Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre, gerçekte açlıktan ölmek yoktur. Hiçbir canlı sırf açlıktan dolayı ölmemektedir. Nitekim, “Yeryüzünde yürüyen ve kendi rızkını yüklenemeyen nice canlının ve sizin rızkınızı Allah verir”4 âyeti ile, “Yeryüzünde hareket eden hiçbir canlı yoktur ki, onun rızkını vermek Allah’a ait olmasın”5 âyeti bütün canlıların rızıklarının taahhüt altında bulunduğuna işâret eder.6 Meselâ, hücrelerin şahm ve iç yağı sûretinde depo ettikleri rızık ve gıdalar insana en kötü zamanlarında kırk günden seksen güne kadar kifâyet edebilmektedir. Ölümlerse daha kısa sürelerde vukû bulmaktadır. Öyleyse açlıktan değil, vücudu kötüye kullanmak ve âdetleri terk etmek gibi muhtelif olumsuz sebep ve hastalıklar nedeniyle ölümler vâki olmaktadır.7 Hayat vermek fiili içinde aynı anda iâşe ve rızıklandırma fiilleri de gözüktüğünü, iâşe ve ihyâ fiilleri içinde de aynı zamanda o zîhayatın cesedini düzenleme ve donatım fiilleri müşâhede olunduğunu kaydeden8 Bedîüzzaman, Mukît ismini, yemek taneciklerinin beden hücrelerinin imdâdına yetişmelerindeki benzersiz yardımlaşma düsturu örneğinde kör olmayan herkese gösterir.9
(Risale-i Nur’da Esma-i Hüsna)
Dipnotlar:
1- Tirmizî, Daavat: 86
2- Nisa Sûresi: 85
3- Sözler, s. 617
4- Ankebut Sûresi: 60
5- Hud Sûresi: 6
6- Mesnevî-i Nuriye, s. 64
7- Lem’alar, s. 67
8- A.g.e., s. 319
9- Sözler, s. 272
|
02.01.2007
|
|
Günlük (2 Ocak 1960)
Bediüzzaman’ın İstanbul’dan son ayrılışı
1960 yılının ilk gününde Ankara, karakışı yaşıyordu. Liderler kış-kıyamet demeden yollara düşmüşlerdi. Menderes Adana ve Mersin’e, İnönü Bursa’ya, Bölükbaşı ise Kırşehir’e gidiyordu.
Bediüzzaman Said Nursî, Ankara’daydı. O da İstanbul’a gidecekti. Avukatı Bekir Berk İstanbul’a davet etmişti. Bediüzzaman, siyasetin merkezinden, basının merkezine gidiyordu.
Bediüzzaman’ın İstanbul ziyaretine, gazeteler büyük ilgi gösterdi. Dönemin ünlü gazeteleri, Akşam, Hürriyet, Milliyet, Cumhuriyet ve Ulus bu ziyarete geniş yer ayırdılar. İlk kez bu denli çok sayıda fotoğraf kullanıldı. Bediüzzaman’ın İstanbul gezisi bol fotoğraflı, hatta fotoğraf tartışmalı başladı, bir fotoğraf olayı ile sona erdi.
Hürriyet, 2 Ocak 1960:
“Said-i Nursi yeni Ankara yolunda bazı Nurcular tarafından karşılanmış ve saat 15:30’da Üsküdar’a gelmiştir. Otomobilden hiç çıkmayan ve araba vapuru ile karşıya geçen Nurcu liderin arabasını Emniyet Birinci Şube memurlarının bindiği 00 302 plakalı otomobille, basın mensuplarının bindiği 5 otomobil takip etmiştir.”
Arabalı vapurla karşıya geçildi, doğruca Çemberlitaş’taki Piyer Loti Oteline gidildi. Gazeteciler fotoğraf çekmek istiyor, Bediüzzaman ise bundan rahatsız oluyordu. Zübeyir Gündüzalp bir şemsiye ile Üstadın yüzünü kapattı, talebeleri de etrafında halka oluşturdular. Gazetelere, bu şemsiyeli fotoğraflar girdi. Ancak siyah şemsiye, yeşil olarak yazılmıştı. Said Nursî, otelin üçüncü katındaki 29 numaralı odaya yerleşmişti. Otel, gazeteci ve polisler tarafından adeta kuşatma altına alınmıştı.
Bediüzzaman, talebelerini görünce heyecanlanmıştı. Onları yanına çağırdı. Yakın talebelerine, “Ehl-i dalâlet bir Said’den korkuyordu, şimdi Said’ler, genç Said’ler binler oldu. Artık ehl-i dalâlet titremelidir” dedi.
Bu sırada Nur Talebeleri akın akın ziyaretine geliyorlardı. Bediüzzaman, talebelerinin gruplar halinde gelmesini istemiyordu. “Tezahürattan telâşa kapılıyorlar” diyerek kalabalık olmasını arzu etmemişti. Talebelerine verdiği ders de buna uygundu: “Kardaşlarım, bir emir versem yüz Şeyh Said gibi Türkiye’yi karıştırırım. Ama bin Şeyh Said kadar kuvvetimiz olsa, biz yine müsbet hareket edeceğiz. Asayişi muhafazaya çalışacağız.”
Ocak ayının ikisiydi. Bediüzzaman’ın İstanbul’u ziyaretinin de ikinci günü. İstanbul’da birkaç gün kalmayı planlıyordu...
Mehmet Emin Birinci:
“Üstad odasında öğle namazını kılarken, arka balkondan giren bir gazeteci Üstadın fotoğrafını çekmek üzere, pencerenin önüne geldi. Biz mani olmak istedik. Zübeyir Ağabey ilişmeyin deyince, gazeteci fotoğrafını çekti. Üstad hiddet etti.”
Fotoğrafın çekilmesine Bediüzzaman’ın tepkisi, umulandan da sert oldu. Çünkü olayların genişleyeceğini sezmişti. Kimseyi evhamlandırmak istemiyordu. Zaten ülkede gerilim doruktaydı. Talebelerine “Hazırlanın!” talimatı verdi.
Saat 13.45’ti. Bediüzzaman, 22 saattir kaldığı otelin önünde gözüktü. Talebeleri fotoğraf çekilmemesi için, şemsiye açtılar. Ancak flaşlar birbiri ardına patlıyordu. Birkaç talebesi engel olmak istedi. Bediüzzaman, koluna giren Bekir Berk’e döndü: “Resim çekmelerine mani olmayınız. Ancak resim çekmelerini istemiyorum. Onları affettim.”
2 Ocak 1960’tı. Bir gün dönümünde ayrılıyordu İstanbul’dan. Bu, onun son gelişi oldu.
Tam 53 yıl önce, bir çağ dönümünde gelmişti İstanbul’a. Yıl 1907’ydi. İkinci Meşrutiyet kapıda bekliyor, İttihatçılar ihtilâl için gün sayıyordu. Yönetimde Sultan Abdülhamid vardı.
Bediüzzaman, son kez İstanbul’dan ayrılırken, tarihin bir başka önemli kesiti yaşanıyordu. Çok partili demokrasi son günlerini yaşıyordu. Ülke yönetiminde Menderes vardı. Demokrasi tarihinin en çok tartışılan ismi, demokrasinin ilik kurbanı olacaktı. İttihatçı ruhu taşıyan subaylar ise, ihtilâl için gün sayıyorlardı. 27 Mayıs’a artık aylar kalmıştı.
(Serdar Murat, Ankara Siyaseti ve
Said Nursî, Yeni Asya Neşriyat)
|
02.01.2007
|
|
|
|