İzmir’de AKP’lilerin düzenlediği bir toplantıda küçük bir katılımcı önünde yaptığı konuşmada söylediği sözler Atilla Yayla’nın bazı çevrelerce ‘istenmeyen adam’ konumuna itilmesiyle sonuçlandı.
Oysa kendisinin de ifade ettiği gibi, bu sözlerde pek bir yenilik yoktu ve ayrıca benzeri değerlendirmeler yıllardır birçok kişi tarafından yapılmaktaydı. Bu bağlamda tek parti döneminin bir ‘gerileme’ olduğu yargısının haksızca olduğu savunulabilir, ama toplumsal yaşamı ilgilendiren değişim dönemlerinin ‘ilerleme’ olduğu kadar ‘gerileme’ de ima edebileceği açıktır. Çünkü zorunlu olarak değişen hayat tarzları kategorik olarak herkes için daha gelişmiş imkanları ifade etmeyebilir. Örneğin ifade özgürlüğü açısından tek parti dönemi, Kemalist kadronun fikriyatını tam olarak paylaşmayanlar için muhakkak ki bir ‘gerileme’ olarak yaşanmıştır.
Kısacası herhangi bir tarihsel dönemin katı bir biçimde ‘ilerleme’ ya da ‘gerileme’ olarak tanımlanması bilimsel bir bakışı yansıtmaz. Nitekim Yayla da konuşmasında ‘gerileme’den ne anladığını ve bunu nasıl ölçtüğünü göstermek üzere uzun uzadıya kendi bakış açısını ve kullandığı kriterleri anlatma gereği duymuş. Gerçekten de bir dönemin ilerleme ya da gerileme olması esas olarak bizim ideolojik yaklaşımımızla ilgilidir. Tarihin kendisi ne ilerler ne de geriler. Onu algılayan bizler, kendi değer yargılarımızdan ötürü toplumsal değişimlerin bazılarını beğenir ve ‘ilerleme’ olarak değerlendiririz, bazılarını ise beğenmez ‘gerileme’ olarak algılarız. Bu öznellikten rahatsız olanlar insanlığın tarihsel macerasının ‘birikimli’ bir süreç olduğunu, dolayısıyla medeniyetin zaman içinde ilerlediğini kabul ederek, ilerlemenin nesnel ölçütlerini üretmek istemişlerdir. Ne var ki bu yaklaşım yaşanandan hareketle yaşanılması gerekeni tanımladığı ölçüde bizatihi özneldir... Diğer bir deyişle insanlığın yaşadıklarını sanki yaşanması kaçınılmazmışçasına ele alıp, sonra da bu yaşananı olumlamak epeyce bilim dışı bir ihtiyaca cevap verir.
Velhasıl bilim ‘değişme’ ile uğraşır, ilerleme veya gerileme ile değil... Yayla’yı eleştirmek ve çürütmek isteyen Kemalistlerin bu noktadan hareket etmeleri beklenebilirdi. Kemalist ilkelerin ‘bilimselliğe’ ne denli uygun olduğunu sürekli tekrarlayanların, şimdi fırsat ele geçince bilim savunusu yapmaları uygun düşerdi. Ancak böyle bir beklentinin ne denli boş olduğunu biliyoruz... Çünkü Kemalizm zaten kendisini ‘ilerleme’ olarak sunan, yani bilimsel olmayan bir yaklaşım. Kemalistler bilimin kendilerini meşrulaştıracak dogmatik bir destek oluşturduğunu sanıyorlar ve tam da bu dogmatik arayış nedeniyle kendilerini ele veriyorlar: Kemalizm’in günümüzdeki ana işlevi dünyevi bir din olması ve kendi ruhban sınıfının iktidarına hizmet etmesi... Bu açıdan Yayla’nın ‘gerileme’ eleştirisi Kemalistleri yumuşak karınlarından vurmuş gözüküyor.
Öte yandan Kemalizm’in bu düzeyde tıkanıp kalması da gerekmezdi elbet... Ama toplum ürkekliği içindeki devlet bürokrasisinin resmi söylemi haline geldikçe, Kemalizm’in de kuruması kaçınılmaz oldu. Geriye doğru baktığımızda her Kemalist neslin bir öncekine göre fikriyat açısından daha düzeysiz olduğunu söylemek mümkün. Yayla’yı, ülkeyi karanlığa sürükleyen irticanın temsilcisi olarak görenler, üniversiteleri Atatürk ilkelerine uygun çocuk yetiştirme yuvaları sananlar, beğenmedikleri fikirleri yasaklamayı ilericilik zannedenler hep nedense ‘Kemalistler’... O zaman hayali bırakıp kabul etmek gerek ki belki de Kemalizm zaten böyle bir şey. Farklılığa tahammülü olmayan, kendi görüşünün sınanmasına razı gelemeyen, buna yeltenenleri hainlikle suçlayarak gönüllerini rahatlatan insanlardan söz ediyoruz. Kemalizm belki de bir psikolojik ihtiyaç sadece...
Zaman, 26.11.2006
|