Ben şimdi çıkıp herhangi bir siyasi partinin düzenlediği bir panelde şöyle desem, ya da lafı döndürüp dolandırmaya hiç gerek yok, aha buracığa kafadan yazsam:
‘Önümüzdeki yıl muhalefet partilerine oy verecek olan seçmen ‘bu adamın başbakanlık koltuğunda ne işi var’ diye soracak’...
Ben şimdi başbakana ‘bu adam’ mı dedim? Hayır, demedim. Seçmen dedi!
Seçmen de demedi, diyeceğini varsaydım, onun ağzından cümle kurdum.
Kaç gündür, Profesör Atilla Yayla’ya yöneltilen suçlamaları ibret ve dehşetle izliyorum. Kimisi adamın yüreğine indirmek üzere, kimisi de onu savunuyor. Ancak, ister hırt Kemalist olsun ister gevşek liberal, hiçkimse ‘bu adamın bu adam demediğini’ farketmiyor!
Atatürk’e bu adam diyeceği varsayılanlar, Yayla’nın kafasında canlandırdığı ‘muhayyel’ Avrupalılar!
Profesör Yayla, kendini Avrupa Birliği’nin perspektifine yerleştirip konuya oradan, o açıdan, onların gözüyle bakmaya çalışmış, onların ne diyebileceği hakkında tahmin yürütmüş, bir tür ‘muhayyel tercümanlık’ etmiş.
Ama kafasında perspektif kavramı olmayan, okumuşu minyatür, köylüsü de halı kilim deseni kültüründen gelen toplum, bunu göremiyor.
Bu insanlar, roman kahramanlarını da suçlamış insanlardır.
Elif Şafak adında, romancılık yeteneği sınırlı bir kız, bu yüzden yargılandı ve neyse ki tek celsede aklandı da büsbütün rezil olmaktan kurtulduk. Romanında, kahramanları Ermeni meselesini tartışıyor ve Türkiye’yi suçluyorlar. Bizim perspektif özürlü beyinler, Orhan Pamuk’un bir gazeteye aynı konuda demeç vermesiyle bir romanın kahramanlarının bunu ‘sanal’ tartışması arasındaki farkı göremiyorlar.
1922 yılında geçen bir roman yazsam, ve bu romanda General Trikupis, Gazi Mustafa Kemal Paşa için ‘bu adamı yeneceğim, mahvedeceğim’ dese, Atatürk’e hakaret etmiş olur muyum olmaz mıyım?
Tam tersine, asıl ‘şu Kemal Paşa ne büyük bir adam, ne müthiş bir komutan, bu savaşı onun kazanması gerekir, en iyisi ben ona yenileyim bari’ derse rezil olurum... Yazar olarak beni tefe koyarlar, arkamdan teneke çalarlar...
Yani düşünebiliyor musunuz, ‘Suç ve Ceza’ romanında Raskolnikov tefeci kadını baltayla öldürdüğü için Dostoyevski ‘cinayete teşvik’ suçundan Rus mahkemelerinde sürünüyor!... Romanın sonunda katil Sibirya’ya sürüldüğü için de ‘hafifletici nedenlerle’ beraat ediyor!...
Peki, tut ki dedi... Takiyye yaptı... Aslında kendisi Atatürk’e bu adam demek istiyordu da, lafı Avrupa’nın ağzına verip onlar söylemiş ayağına yattı...
‘Bu adam’ tanımının küçültücü bir tanım olduğu hangi kitapta yazıyor?
Kimlere bu adam denilebilir, kimlere denemez? Örneğin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’e bu adam denilebilir mi? Orgeneral Yaşar Büyükanıt’a bu adam denilebilir mi? Peki, Fetullah Hocaefendi Hazretleri’ne bu adam denilebilir mi?
(‘Sayın’ lafını geçiniz bir kalem, o merhum Ecevit’in ‘eğitimini tamamlamamış özentili aydın’ yaklaşımıyla icat ettiği, toplumun günlük hayatında mevcut olmayan yapay bir sözcüktür. Yalnızca Ankara ilimizde ve basında kullanılır.)
Ama Vahdettin’e de, Damat Ferit’e de gönül rahatlığıyla denilebilir, değil mi? Hatta ‘eşşoğlueşşek’ bile derseniz hesabını kimse sormaz. Oysa biri devlet başkanı, öteki başbakandır.
Peki... Bir Amerikan profesörü, ‘George Washington, that man...’ adını taşıyan bir kitap yazsa, ‘Amerikan büyüklerine hakaret’ suçundan yargılanacak mıdır?
Yazık... Çok yazık... Kemalizm’in Türkçe tercümesini ‘öküzlük’ haline getirenler bunun hesabını vermeliler...
Akşam, 26.11.2006
|