Dün Atilla Yayla’nın bir panelde konuşmasını izleyen yaygara üstüne bir şeyler yazmıştım. Bugün de aynı olayın ortaya çıkardığı, ama ‘ortaya çıktığı’ halde pek fazla söz konusu edilmeyen birkaç nokta üstünde durmak istiyorum.
Bir ‘kalıp’ haline gelen bir süreçten, medyanın başlattığı, gerçek ya da simgesel bir linç havasına sürüklenen, bir kampanyanın her durumda yaratılmasından söz etmiştim. Bunun bir aşamasında işin içine bir ‘otorite’ karışıyor ve o da kampanya doğrultusunda bir eylemde bulunuyor. Atilla Yayla olayında bu otorite, rektördür. Konu hakkında bildiğim her şeyi medyadan, bir de Yayla’nın internete yansımış bir açıklamasından okuyarak öğrendim. Bu bilgiler çerçevesinde, Gazi Üniversitesi Rektörü’nün, Atilla Yayla’nın ders vermesini yasakladığını biliyorum.
Genel havanın, tutulan temponun, haykırılan sloganların tersine, Atilla Yayla’nın yaptığı iş, ‘düşünce ve ifade özgürlüğü’ dediğimiz şeyin kullanımından ibarettir. Rektörün yaptığı ise bunu engellemektir ve bunu engellemek, bizim 12 Eylül Anayasamıza göre dahi suçtur.
(...)
Nedir bu ‘sürekli linç’ ortamı?
Bununla mı ‘muasır medeniyet seviyesi’ni yakalayacak Türkiye Cumhuriyeti, 21. yüzyılda? ‘Çağdaş’lık bu mu?
Ve bu ‘otorite’lere hiçbir zaman biri çıkıp ‘Sen ne yaptığını sanıyorsun?’ demeyecek mi? Hukuku, düşünce özgürlüğünü, akademik özgürlüğü gözetmekle yükümlü olanlar, ‘milli duygu’ kalabalığına karışıp sokakta slogan atmaya başlarsa, zaten sokakta olan ve o korkunç sloganları bağıran kalabalıkların kendilerine ne söyleyebiliriz?
Bu koskocaman ülkeyi böyle vahşi ve beyinsiz bir medeniyet düşmanlığına yönlendirmeyi, kendi konumlarını korumanın gerektirdiği strateji olarak gören ve fiilen yapanlar var. Onlara bir şey söylemenin, hesap sormanın anlamı yok. ‘Benden sonra tufan’ deyip gidiyorlar. Ama herhalde herkes aklını kaybetmedi. O kaybetmeyenler nerede?
Radikal, 26.11.2006
|