"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

SEDEF SANATÇISI HİLMİ EMEKLİ: SANATLARIMIZ TOPLUMU TEDAVİ EDEN BİR İLAÇ GİBİ

29 Nisan 2014, Salı
“Eğer bir sanat/zanaat insana bir şey kazandırıyorsa, bilin ki topluma da mutlaka bir şeyler kazandırıyordur” diyen Sedefkâr Hilmi Emekli, “Sanatların toplumu güzelleştiren, hayata renk katan, daha bilinçli ve kaliteli yaşama şuurunu ortaya çıkaran bir güzelliği de vardır. Toplumu tedavi eden bir ilaç gibidir” tespitinde bulundu.
Sedef SANATÇISI Hilmi Emekli: Sanatlarımız toplumu tedavi eden bir ilaç gibi

Sedef kakma sanatı, belki de, bir medeniyetin ihtişamını estetik ve zarafet anlamında en güzel yansıtan sanat/zanaat dallarından biridir. Örneklerine medeniyet mirası saraylarda, camiilerde, türbelerde, köşklerde ve daha birçok yapıda rastlamak mümkün olsa da icra anlamında artık eski rağbeti görmediği de acı bir gerçektir maalesef! Hayatın kendisini bir sanat, bir estetik ve zarafet duyuşu ile yaşayan ve Hakk’a daha yakın olabilmek adına bu güzellikleri icra eden ellerden, gönüllerden yansımıştır günümüze sedef kakma sanatı... Daha düne kadar elsiz, dilsiz, sözsüz bırakılan sedef kakma sanatı, günümüzde birkaç hizmet ehli gönül tarafından uzun ve zahmetli bir süreç sonrasında tekrar yaşatılır hale getirilmiş ve yeni nesillere bırakabilmek adına halihazırda çalışmalara hız verilmiş. Bu hizmet ehli gönüllerden biri de sedefkâr Hilmi Emekli beydir. Uzun ve bir o kadar zahmetli olan sedef kakma sanatı/zanaatı yolculuğuna dair bilgiler almak adına, “sözü ehline bırakalım” derim.

Sedef kakma sanatı ile yolunuz nasıl kesişti Hocam?

Sedef sanatı ile yollarımızın kesişme hikâyesi çok enteresandır. Memleketim Sinop Boyabat’ta imam olarak görev hayatım devam ediyordu. Bir gün sabah namazını kıldıktan sonra, kuşluk vaktine kadar Kur’ân-ı Kerîm meali okuyayım dedim. Okuduğum âyet-i kerîmeler Hz. Dâvûd’un (as) hayatını anlatıyordu. Onun el emeği ile rızkını kazanmasından ve zırh yaptığından bahsediyordu. Bu konuları okurken, sevgili Peygamberimizin kişinin el emeği ile rızkını kazanmasının önemini vurguladığı “Peygamber Dâvûd (as) el emeği ile rızkını kazanırdı!” ve “Rızkların en hayırlısı el emeği ile kazanılandır!” hadis-i şerifleri çıktı karşıma. O an içime bir ateş düştü ve ellerimi kaldırdım, diğer taraftan ise güneş doğuyordu; “Yüce Rabbim, peygamberin Hz. Dâvûd (as) gibi elimin emeği ile rızkımı kazanacak bir iş nasip et bana!” diye dua ettim. İçimde bir kıvılcımın doğmasına vesile olan muhteşem bir andı o an. Bir yıl kadar sonra Sedefkâr Enis Türk kardeşim ile tanıştım. Enis kardeşimiz Kanunî Sultan Süleyman dönemine ait bir tilavet rahlesi yapacaktı ve bunun için bir hattat arıyordu. Lise çağlarında hat sanatıyla da ilgilenmiştim. Yazıyı kendisi için yazdım. Ücretini sorduğunda para için yazmadığımı söyledim ve ne iş yaptığını sordum. “Ben sedef işi ile uğraşıyorum” dedi ve anlatmaya başladı. “Bu, Osmanlı sedef sanatıdır. Babam antikacıydı ve bu eserlerin tamiratıyla bu sanatı öğrendim ben!” dedi. “Bana da öğretir misin?” diye ricada bulunduğumda, isteğimi geriye çevirmedi. Yirmi bir sene önce... Rabbim dualarımı kabul etti ve bir sene sonra çok güzel, çok değerli bir el sanatıyla bu vesile ile tanışmış oldum.

Tarihe ve medeniyet eserlerine, özellikle de mimarîye baktığımız zaman sedef sanatının ihtişamın en doruk noktalarında kullanıldığını görüyoruz. Çok değerli bir sanat olduğunu, bir hayli ilgi ve rağbet gördüğünü fark ediyoruz. Durum böyleyken sonrasında neden ilgisiz kaldı?

Bu millet, bir ara dönem yaşadı ve kendi değerlerinden uzaklaştı. Hat, tezhip, ebru ve diğer sanatlar da aynı sıkıntıları yaşadı. Bunlardan en ağır darbeyi ise tarihî eserlerin içerisinde bulunan ahşap ve sedef sanatı almış! Camilerdeki kürsüler, rahleler kaybolmuş, Kur’ân-ı Kerîm mahfazaları darmadağın olmuş. Selçuklulardan sonra Osmanlı döneminde saray mimarları tarafından icra edilmiş bu sanat. Yani mimarî bir gelenek var. Biz bu muhteşem sanatı garip, öksüz, yetim olarak bulduk karşımızda. Ciddi bir malzeme sıkıntısı çektik.“Bu sanat adına ne yapabiliriz?” diye düşündük Enis Türk kardeşim ile... Sonra o cami senin, bu cami benim, o saray senin, bu saray benim dolaştık günlerce... Türk İslâm Eserleri Müzesi’ne giderek flatoların, Kur’ân-ı Kerîm mahfazalarının fotograflarını çekerdik. Sonra o fotoğrafların üzerinden milimetrik çalışmalar yaparak, flatoların ölçülerini -oralarda ölçü almak yasak-çıkarırdık. Böyle bir yokluk döneminden sonra ortaya eserler çıkardık. Şu an ‘Osmanlı sedef sanatı’ bir noktaya geldiyse eğer, bunda o çabalarımızın, gayretlerimizin çok ciddi payı vardır...

Osmanlıdaki sedef sanatı anlayışına biraz değinebilir miyiz? Nasıl gelişti ve ahşapla buluştu?
 
Selçuklu döneminde daha çok ahşap ve taş oyma işçiliği icra edilmiş. Muhteşem eserler ortaya koymuşlardır. Osmanlı’da, 15. yüzyıldan sonra yaşam tercihlerine şekil veren üstadlar ve saray mimarları devreye giriyor, cami mimarîsinde, iç dekorasyonda ve sarayların iç dekorasyonunda ahşapla sedefi buluşturmayı başarıyor. O doğallık ve zarafet hayata bambaşka bir güzellik katıyor. Sedef zaten başlı başına çok güzel bir malzemedir. Ahşabın üzerinde bağ, fildişi, abanoz, pelesenk ve yılan ağacı gibi çok otantik malzemeler kullanmışlar. Geometride, Rumî ve Hatayî işlemede muhteşem bir tarzı ve çizgiyi ortaya çıkarmışlar. 15.-16.-17. ve 18. yüzyıllarda hayatımızı gerçekten süsleyen muhteşem eserleri camilerde, saraylarda, köşklerde ve türbelerimizde kullanmışlar...
 
Sizi derinden etkileyen “bu kadar da olmaz ki!” dedirtecek eserler mutlaka vardır. Bu eserler hangileridir diye sorsak?
 
Beni en çok Türk İslam Eserleri Müzesi’ndeki Kur’ân-ı Kerîm mahfazaları etkiliyor. Öylesine derin bir incelik, öylesine büyük ve güzel bir tasarımla yapılmış ki... O flato işlemelerini görünce “İşte muhteşem bir medeniyet, muhteşem bir güzellik!” dedim. Ruhlarını, inançlarını, değerlerini ahşabın üzerine o kadar güzel nakşetmişler ki. Biz ise o eserleri saatlerce seyrederdik!

Aslında inanca saygı ve hürmete binaen ortaya çıkmış eserler bunlar öyle değil mi?

Evet! Herkes kendi inancına, algısına, değerlerine göre bir şeyler koymuş ortaya. Ortada bir kutu ya da bir tasarım varsa “Bu Mısır işidir, Suriye işidir, Viyana işidir, Uzakdoğu işidir...” diyebiliyorsunuz. ‘Eser-i İstanbul’ daha doğrusu ‘tarz-ı İstanbul’ dediğimiz bu güzel tarz, İstanbul’un ve saray mimarlarının ağırlığını, asaletini içinde barındırmış. Kendi değerlerini, kültürlerini, inançlarını ve ruhlarının güzelliğini koymuşlar ortaya. Çizgileri ve ağacı çok iyi tanımışlar. Kur’ân-ı Kerîm’i çok iyi anlamışlar! Bir kutuya ufak bir motifi uygularken bile “İnancımdan bir eseri üzerine nasıl yansıtabilirim” diye düşünmüşler. 

Tarihî eserlerimize dair itelenmişlik ve hırpalanmışlıklar noktasında canınızı çok yakan örnekler vardır mutlaka. Bu anlamda düşüncelerinizi alabilir miyiz?

Ne tarafa baksanız, aslında bir üzüntü var. Elimizin değmediği çok az eser kaldı. Eyüp Sultan’daki birçok türbenin, Süleymaniye Camii’ndeki kapıların ve kürsülerin restorasyonunu yaptık. Şuan Eminönü Yeni Camii’nin arkasındaki Hatice Turan Türbesi’nin sedef işlerinin restorasyonunu yapıyoruz. Oralara baktığınızda, eserlerin o halini gördüğünüzde yüreğinizin sızlamaması mümkün değil. Bakıyorsunuz, 16. yüzyılda üzeri sedefli, işlemeli abanozdan yapılmış muhteşem sanat eseri bir kürsüyü delerek üzerine lamba koymuşlar. Sanat eseri olan kapıların üzerine vernik ve boya atmışlar. Çürümüş, ama kimsenin umurumda olmamış. Eserler perişan vaziyetteyidi. Şu son zamanda Başbakanımızın da talimatlarıyla inanılmaz şekilde eserler ayağa kaldırıldı. Verilen talimatlarla kıyıda-köşede yetim, garip gibi kalmış eserlerin ellerinden tutuldu ve her birisi gün yüzene çıkartıldı. Aileler de bu konuda çok fazla bilgi sahibi değil. Ellerinde muhteşem eserler var, ama kıymetini bilmiyorlar. Katar Emirinin kız kardeşi Hessa Elthani Osmanlı eserlerini dünya üzerinden toplayıp bize gönderiyor ve tamir ettirdikten sonra da kendi memleketine götürüyor. Dahası İngiltere müzayede firmalarının danışmanları Mısır’dan, Ürdün’den vs. toplamış oldukları eserleri bize gönderiyorlar. Biz de onların -çizimlerinden tutun da flato kalınlıklarına varıncaya kadar- orijinaline uygun bir şekilde tamiratını yapıyoruz ve geriye gönderiyoruz. Diğer yandan kendi halkımız bu anlamda ellerinin altında ne kadar kıymetli bir hazinenin olduğunun farkına varamadılar.  O muhteşem eserler kıyıda köşede çürüdü gitti. Acı olan şu ki İngiliz’i, Fransız’ı, Alman’ı o eserlerin kıymetini biliyor ve gelip toplayıp götürüyor!..

Peki sedef sanatına dair bir şuur uyanması nasıl gerçekleşir sizce Hocam?
 
Osmanlıdaki gibi ‘Ehl-i Hiref’ benzeri saygı ve sevgiye dayalı bir yapının ortaya çıkması lazım. Bu olmayınca zaten bir anlamı olmuyor. Tabi burada mimarlarımıza çok ciddi bir görev düşüyor. Batı mimarî geleneğinin eğitimini gören mimarlarımız maalesef ki sedefi tanımıyor. Bu çok doğal... Eserlerin üzerinden yüzeysel bir geçiş oluyor sadece. “Marifet iltifata tâbidir. Müşterisiz meta zayidir!” Sedefin kullanıldığı bu türlü eserlerin talebi olmayınca mimarlar da ister istemez farklı şeyler ortaya koyabiliyorlar. Fakat batıdan farklı bir tasarım rüzgarı eserse, ancak o zaman, “Bizde yapalım!” diye ilgileniliyor. Halbuki böyle bir şeye gerek yok. Bizim her yanımızı süsleyecek muhteşem güzelliklerimiz var. “Onlar aldıysa, evlerine koyduysa vardır bu işte bir hikmet, bir güzellik!” mantığını aşmamız gerek. Kendi güzelliğimizi, kendi değerlerimizi biz tayin etmeliyiz, bir başkası tayin etmemeli! Benim evim bir Fransız’ın, bir İngiliz’in evi gibi olmamalı. Bir misafir geldiği zaman benim duvarımda güzel hat yazılarını, ebruyu, sedefli kutuları, sehpaları görebilmeli. O zarafeti, o inceliği hissedebilmeli. Hangi değere sahip olduğunu bilmeli. Evden içeri girildiği zaman o evin bir Müslüman evi olduğu ve bir Müslüman kültürüne yakışır değerlerle donatıldığını hissetmeli herkes...

Siz aynı zamanda bir din görevlisiydiniz ve emekli oldunuz. Aflarına sığınarak söylüyorum ama bizim din görevlilerimiz kendi branşları dışındaki şeylerle çok fazla ilgilenmiyorlar. İstisnalar hariç tabii! Bu anlamda sanatlar topluma ne kazandırır, ne getirir, ne götürür diye sorsak?

Eğer bir sanat/zanaat insana bir şey kazandırıyorsa, bilin ki topluma da mutlaka bir şeyler kazandırıyordur. İnancımız bizi daima güzel şeylere koşturmalı. Ecdat bunu çok iyi okumuş. Sanatların toplumu güzelleştiren, hayata renk katan, daha bilinçli ve kaliteli yaşama şuurunu ortaya çıkaran bir güzelliği de vardır. Toplumu tedavi eden bir ilaç gibidir. Milletimizin huzura, kardeşliğe, birliğe ve beraberliğe ihtiyacı var. Sanat eserleri de bu kaosun içerisinde rahatlatan bir nefestir. Eğer toplumun her kesimini kucaklayan bir projeyle sanat ve spor dalları yaygınlaştırılırsa, inanın birçok kötülük, ruh kirliliği ve düşünce kirliliği ortadan kalkar. Sağlıklı düşünce Kur’ân’ın, İslâm’ın düşüncesi ile olur. Rabbimin düşün dediği noktaları düşündüğümüzde olur. İnsanlar doğru düşünemiyorlar. Doğru düşünemeyen insanlardan da güzel şeylerin çıkması muhaldir! Bu nedendir ki insanların sanata, spora yönlendirilmeleri onların doğru düşünerek hayatı doğru anlamlandırarak yaşamalarına vesile olur.

 
Melek Şafak
[email protected]
Okunma Sayısı: 7168
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı