Ali Çeleğen: “Çok muhtaç olduğum bir an, şüpheler içerisinde kıvranırken elime Risale-i Nur ulaştı. Başka kitap-lar ya sevaptan, ya da günahtan bahsediyordu. Sevaba günaha inanmayan adama bunlar bir fayda verir mi? Üstad Bediüzzaman ise, insanı gözünden yakalıyor, gözünden...”
Bediüzzaman’la mektuplaşan, şair Ali Çeleğen Ağabey hatıralarını Yeni Asya ile paylaştı.
Zaten o zamanlar Nur Talebelerinin aleyhinde propagandalar çoktu her halde...
Evet, gazetelerde aleyhte haberler çıkardı. Orada bulunan bir tane tatlı adam, “Kardaşım, sen hiç Risale-i Nur okudun mu?” dedi. “Hayır okumadım” dedim. İşte benim o zaman çok muhtaç olduğum bir an, şüpheler içerisinde kıvranıyorum. Bir dinî kitap alıyorum, okuyorum acaba kurtulur muyum diye. Bu kitap ya sevaptan bahsediyor ya da günahtan. Sevaba günaha inanmayan adama bunlar bir fayda verir mi? Cennetten bahsediyor, Cehennemden bahsediyor. Buna i-namayanlara bir fayda verir mi? Önce Yaratanı tanımadan onlara inanılır mı? Üstad Bediüzzaman ise, insanı gözünden yakalıyor, gözünden.
Bana bu soruyu soran Adıyaman müftülük kâtibi Abdulkadir Kayır idi. “Oğlum sen okur musun?” dedi. Okurum dedim. O benim adresimi aldı. Ben Narlı’ya döndüm. Maraş’ın Narlı nahiyesinde çalışıyorum o zaman. O da memlekete gitti. Bir hafta sonra kitaplar geldi. Sözler, Mektubat, Lemalar... Üçü de geldi. Şimdi ben o kitaplarla evliyim. Akşam olur yattım mıydı, arkama yastıkları sıralardım, o kitapları okumaya başlardım. Ben bir tarafa düşerim, kitaplar bir tarafa düşerdi... Ama nasıl okuyorum... Şimdi şikâyet ediyorlar, “Anlamıyorum” diye. Nasıl anlamazlar! Anladığım bana yetiyordu. Ne acayip haller oldu. Sonra, nahiye müdürü, “Yahu, sağlıkçı sende bir hal var” dedi. Ben namaza başlamıştım ya... “Ne oldu sana, bir şey mi oldu?” dedi. “Evet, oldu” dedim. “Ben Risale-i Nur okuyorum” dedim. O da dedi ki, “Aman, okuduklarını bana da ver. Ben de okurum, ben onları Maraş’ta kayınbabamda görüyordum” dedi. İşte benim Risale-i Nuru tanımam böyle oldu...
Nasip...
Varsa başka soracağınız?
Var, daha soracaklarımız var tabiî Ali ağabey. Nasıl oldu da DP sizi başka yere sürdü? Siz DP’li değil miydiniz?
O zaman hissî hareket ediyorduk. Niye? Ekinözü’ne bir sağlık memuru gelecekti. Ben de Halk Partisinden olursam, beni oraya tayin ederler diye düşünmüştüm. Çünkü Halk Partili olanlar eskiden beri her dediğini yaptırırdı. Başka bir düşüncemiz yoktu. Bunun için Halk Partili görünmüştük o zaman. Ama zaten okulda da bizi işlediler. M. Kemal’e şiirler yazmışım ben öğrencilik yıllarımda. Çıkmışım okumuşum, bayramlarda şuralarda buralarda...
Türkiye fakir bir ülkeydi. O günleri anlamamızı kolaylaştıracak misaller verebilir misiniz?
Şu andaki fakir dediğiniz ailenin yaşantısı her halde Sultan Abdülhamid’de yoktur. O zamanki fakirlik çok fazlaydı. O devir, bit devriydi. Trene binsen, eve vardığın zaman her tarafından bit dökülürdü. Halk Parti devrinde öyleydi. Ben izine giderken trenle giderdim, her tarafımız bit kaynardı. Her zaman da binemezdik. Bazıları pencereden binerdi. Bilet bulamazdık. Güç bela, bilet bulduğumuz olurdu. Çok perişanlık vardı...
Şunu da söyleyeyim: Musa Aleyhisselâm zamanında da Allah, bazı insanlara musibetler vermiş. Benzer musibetler biz o devirde de yaşadık. Biz çiftçiydik. Evde yığılı buğdayımız vardı. Yine de perişan idik. Buğdayı kim alır? Bir yerden bir yere buğday götürmeyi yasak ettiler. Ekinözü’nden Maraş’a buğday götürmek yasaktı. Götürüp satamazdık. İnönü devrinde tabiî... Allah, memleketi bir daha o günlere döndürmesin.
Din desen, dinin düşmanları...
Evet, o konudaki sıkıntılardan da biraz bahsetseniz? Kur’ân yasak, ezan yasak...
Hepsi yasaktı, evet. Ben okula vardığımda aslında 19 yaşındaydım. Ama rahmetlik babam, askere gittiğinde kemikli olsun, ezilmesin diye beni 3 yaş küçük yazdırmış. Nüfusa göre 16 yaşında okula başladım. Yaşım tam yazılmış olsaydı okula gidemezdim, askere giderdim.
Okula vardığımda çok acayibime gitti. Eğlenmeler, sahneye çıkmalar, kızlar-oğlanlar... Beraber oynamalar... Ben çok izdirap çekerdim. Namaz kılacak yer bulamazsın. Çalılar arasında bulursan... Öyle perişanlıklar çektik. Görseler birşey demezlerdi, ama yer de göstermezlerdi. Kolaylık sağlamazlardı.
Ramazan ayı geldiğinde sana ekmek vermezlerdi ki oruç tutasın. Biz, akşamın yemeğini arttırırdık da gece onu yerdik, oruç tutmak için. Sonra o müdürümüz gitti de, yerine bir müdür geldi. Onun teravihe gittiğini duyunca ne kadar sevindiğimizi anlatamam. Şöyle de bir hadise oldu: Bir gün bir arkadaş koşaraktan geldi. Dedi ki, “Arkadaşlar. Vallahi, billahi ben Bedri hocayı Cuma namazında gördüm!” Şu hadiseye bak! Bir öğretmenin cuma namazı kılması büyük bir hadiseydi. Bunlar çok eskide kaldı, şükür olsun...
Peki, Risale-i Nur’u tanıdıktan sonra nasıl yaşadınız?
Ben hiçbir sıkıntı çekmedim, Allah’a şükürler olsun. Benim hayatım iyi geçti ondan sonra. Bazı pehlivanlar güreşecek adam ararlar da bulamazlar, onun gibi. Konuşacak, anlatacak adam aradım hep. Kahvede konuşurdum, etrafımı sararlardı. Risale-i Nur anlatırdık tabiî Soru sorarlardı. Konuşturan kim? Risale-i Nur. Risale-i Nur, adamı adam ediyor. Diyor ya, “İman insanı insan eder. Belki insanı sultan eder.” Bunu yaşadık.
Bir gün kahvede konuşurken birisi beni aldı, uzaklara götürdü. “Ali Efendi seninle bir şey konuşacağım” dedi. Meğer, namus meselesi olmuş. Birinden bahsederek, “O adamı öldüreceğim” dedi. Ben de yapma, etme dediysem de sonradan duydum ki cinayet işlemiş. Soranlara da demiş ki, “Ali Efendi gibi bir kişi daha bana ‘yapma’ deseydi, bu kötü işi yapmazdım. Herkes, yap diye teşvik etti” demiş.
Mesela, bir defasında Davut Sularî (halk şairi) gelmişti. Abdurrahman Karakoç bana haber verdi, beraber kahveye gidelim dedi ve gittik. Nereden açıldıysa biz Davut Sularî ile münakaşaya tutulduk. Dedi ki, “Ben evlad-i Resulüm.” Etrafımız halkalandı. Ben de, “Nasıl olur, evlad-ı Resulüm diyorsun, ama saz çalıp dolaşıyorsun. Böyle olur mu?” deyince kalktı ve gitti.
Risale-i Nur’u okumadan önce benim bir köylüm vardı. O öğretmen olmuştu. Önce inançlıydı, sonra inançsız oldu. Tartışınca, “Ben sana Allah’ı isbat ederim” dedim ve “Kulhuvallah-ı ehad”i okudum. Tabii itiraz etti: Ben buna inanmıyorum ki, bana bunu okuyorsun dedi. Risale-i Nur’u okumadan ahmakmışım demek ki. Risale-i Nur’u tanıdıktan sonra yine karşılaştık ve Allah’a şükür onu ilzam ettim.
1982 yılında emekli oldum...
Üstadla tanışıklığınız, ziyaretiniz oldu mu?
Bir defasında bana Urfa’dan bir davetiye geldi, mevlid varmış. Giderken bizi yakaladılar ve karakola götürdüler. Bayram Yüksel Ağabey de beraberdi. Karakolda beklettiler ve sonra hakim huzuruna çıkardılar. Ben de diyordum ki, mahkeme huzuruna çıksam da bir konuşsam, bir anlatsam, Risale-i Nur’u bir savunsam... Allah’a şükür, güzel bir savunma yaptım. Bayram Ağabey sonradan haber gönderip, “Oradaki konuşmanı, savunmanı bize yaz ve gönder” dedi. Tabiî yazılı değildi, aynısını yazamadım, ama bir şeyler yazıp gönderdim. Çok heyecanlıydım o zamanlar.
Bir defasında da Maraş’tan Antep’e gidiyorduk. Kar yağmıştı. İçimizde elinde şemsiye olan birisi daha vardı. Meğer o sivil polismiş. Bizi o yakalattı. Sonra mahkemeden çıkınca dedi ki, “Ben ne zaman Risale-i Nur talebelerini yakalatıyorum, başıma bir iş geliyor. Bir daha bu işleri yapmayacağım” diye yemin etti. Bilmem tabiî daha yaptı mı bu işleri?
Üstadla mektuplaştım. Üstad’dan da bana 3 defa mektup geldi. Üstad beni tebrik etti ve “Seni has talebelerim arasında kabul ediyorum” diye yazdı, dua etti. Bunu derken de çok zoruma gidiyor, bunu ilân etmek gibi oluyor.
Bu mektuplar kayıp mı oldu?
Kayıp etmedik de, Necmettin Şahiner’e emanet vermiştik, onda kaldı. Üstad’a yazdığım “Hayattan Çizgiler”in yazılmasına da o sebep oldu. Bir şiir yaz, kitaba koyalım dedi biz de yazdık. (Ziyaret esnasında bu şiiri, damadı Feyzi Arslan Bey okudu, hep beraber dinledik.)
Üstadı ziyaret nasıp olmadı. Bizim Mekkeli Efendi diye bir şeyhimiz vardı, Mekke’den Türkiye’ye gelmişti. Arabistan’da Osmanlı’ya isyan olunca Mekkeli Efendi dediğimiz şeyh ve akrabaları itiraz etmiş ve “Yanlış yapıyorsunuz” demişler. Bunun üzerine bunları hapsetmişler. Daha sonra serbest kalınca Türkiye’ye gelmiş ve vefatına kadar burada yaşadı, daha Arabistan’a dönmedi. Ona dedim ki “Efendim, ben filan zatı ziyaret etmek istiyorum.” O da bana, “Memursun, zarar görürsün, gitme” dedi. Nasip değilmiş, ben de ziyarete gidemedim. Yoksa o demeseydi giderdim... Üstada yazdığım mektupda şiir de vardı.
Maşallah, hizmetlerle meşgul olan evlatlar da yetiştirdiniz. Bunu özel bir formülü var mı?
Çok şükürler olsun. Bunun sırrı, bizim evimiz mektepti. Böyle evlerden mezun olanlar öyle olur, başka türlü olmaz inşallah. Bizim evimiz, Risale-i Nur mektebiydi. Herkes dersine çalışacak. Mücahit, daha birinci sınıftaydan öğretmenler derlerdi ki, “Ali abi. Sen mi öğretip gönderiyorsun. Bize devamlı zor sorular sorarak perişan ediyor?” Hayır, ben ne öğreteceğim. Evde öğreneceğini öğreniyordu her halde.
Risale-i Nur’un yayın hakkı Diyanet’e verildi. Bu hususta neler söylemek istersiniz?
Bir şey diyemeyeceğim o konuda. Bazen fıttırıyorum, ne diyeceğimi de bilemiyorum. Onların hepsi çözülür gider. Yetkinin devlete verilmesi hiç uygun değil de, bunlar geçer. Hiç olacak şey mi? Bu zamana kadar hangi kitap devlet tarafından gasbedilmiş, bu kitaplar bizim oldu denilmiş? Var mı öyle bir hadise? Görülmüş mü, duyulmuş mu? Sonra onun varisleri yok mu? Onun varisleri de var. Üstadın sağlığında vekil ettiği talebeleri de var. Ama diyorlar ki, “O talebeleri götürdü verdi.” Ben de bilemiyorum. Diyanet’in bir suçu yok. Nereye vereceklerini bilemediler de Diyanet’e verdiler. Başka verecekleri yer yok. Ne yapsınlar onlar da.
Üstad demiş ya: Paşa, paşa. En büyük hakikat namazdır... Hainin hükkü merduttur... demiş. Ben de bir put kırdım demiş. “Pot kırdım demiş” diyorlar. Ne ‘pot’u? Üstad “put” kırdım diyor.
Bunlarda da bir hayr ve hikmet var. Ben kendi kendime dedim ki, “Bunlar ‘pot kırdım’ demekle (birilerini) sevindirirler. ‘Put kırdım’ deselerdi, düşmanlar belki harekete geçerdi. Koruma kanunu var ya... Belki böyle bir şeye takılmayalım diye böyle bir şey yapmışlardır diye aklından geçti.
Ama Üstad ‘put’ demiştir. Bunlar ‘pot’ diyorlar... (Oradaki muhavereyi tekrarlayarak) Üstad orada öyle bir şeriat, öyle bir kanun okumuş ki, hocalarımız bunu demezlerdi, diyemezlerdi. Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduttur! Üstad bunu söylemiş ve göstermiş. Kimse de itiraz edememiş....
Ali Çeleğen'in yazmış olduğu bir şiir:
Bir hayattan çizgiler
— Muhterem Necmeddin Şahiner’e ithaf—
1876... Nurs’ta geldi dünyaya,
Tebessüm etti Said şemse, yıldıza aya.
Çocukluğu bambaşka, gençliği bir acâip,
Zekâsı şimşek şimşek ve ahvali garâip
İlim talep eylemiş Resûl-ü Kibriyadan,
Vadine mazhar olmuş rüya-yı sadıkadan.
Üç aylık bir tedrisle âlim olmak harika,
Kur’an’ı mürşid yaptı girmeden bir tarika.
O dessas İngilizin müstemlekât bakanı,
Saldırınca Kur’ana yandı, tutuştu canı.
Söz verdi i’cazını yaymak için cihana,
Mâveradan ruhuna tecelli etti mânâ.
Görünmüş İstanbul’da ilimde hakan olmuş,
İman meş’alesini yeniden yakan olmuş.
Tasdik etmiş ulema “Bediüzzaman” demiş,
Tam ismiyle müsemma serepa iman demiş.
Kâh ilim meclisinde ders okumuş Kur’an’dan,
Kâh düşman cephesinde at üstünde kumandan.
Vatan savunmasında vakit eylemezken zay,
Avcı hattında bile tefsir yazan miralay.
Bir avuç mücahidle dur demiş Kazaklara,
Göğsüne değen mermi fırlamış uzaklara.
Dost-düşman hayran iken ondaki cesarete,
Kader-i İlâhiyle girmiştir esarete.
Ondan kıyam beklemiş Nikola Nikolaviç,
O, Haktan gayrisine kıyam eder mi ki hiç?
Emretmiş idamını o, imandan nasipsiz,
Güya bir esir diye zanneylemiş sahihsiz,
İki rek’at namazda Rabbini zikreylemiş,
“Senin idam fermanın bana pasaport” demiş.
Hayran olmuş kumandan onun iman bağına,
Özür dilemek için tâ varmış ayağına.
Volga kıyılarında terk etmiş esareti,
Alkışlamış Almanlar o azim cesareti.
Tekrar mülâki olmuş şerefle vatanına.
Çok tebrikler yazdırmış hanına, sultanına.
İslâmın izzetini ezmesin melâl diye,
Nezreylemiş canını, almamış hiç hediye.
Meşihat-ı İslama aza olmuş fermanla,
Yazdığı reçeteler Kur’an'daki dermanla.
Tükürmüş müstevlinin o hayasız yüzüne,
İşgal başkumandanı idam yazmış sözüne.
O, hep derman aramış sinedeki yaraya,
Büyük bir ısrar ile çağrılmış Ankara’ya.
Son bulunca fırtına çekilmiş köşesine,
Gönül erbabı olan kulak vermiş sesine.
Bundan sonra başlamış işkenceler, çileler,
Hakkı nasıl susturur desiseler, hileler?
O, bir Kur’an bülbülü terennümü imandır,
Ona düşmanlık eden ya küfür, ya gümandır.
Şefkat dolu göğsünde yıldırımlar sönerdi,
Nice mütehayyirler hemen hakka dönerdi.
Düşman cephelerinde sipere girmez bile,
Hâkimler karşısında zillettir yalan, hile.
Dünyalıkta serveti ne çanak ne çömlektir,
Setr-i avrettir diye bir cübbe, bir gömlektir.
Ama sultanlar bile yanında gedâ olur,
Onun tuttuğu nura milyonlar fedâ olur.
Ona tesir edemez değişedursun zaman
O, Asr-ı Saadeti yaşayan bir Müslüman.
Müsbet hareket etmek en büyük düsturudur,
İsraf ençok düşmanı iktisat göz nurudur.
Anarşi belâsını haber vermiş tâ erken,
Kulak tıkamış başlar; o, çare İslâm derken.
İrfan mektebi açmış, sabır ile hilimle,
İman rükünlerini isbat etmiş ilimle.
Bu, Muazzez üstadın dâvâsının özü bu.
MUHAMMED RESÛLÜLLAH LÂİLÂHE İLLÂ HU.
Röportaj: Faruk Çakır - Abdullah Eraçıkbaş