Çocukluk yıllarımda bana “Nereye gitmek istiyorsun?” diye sorduklarında, sebebini bilmememe rağmen hep “İspanya” diye cevap verirdim.
Yaşımız ilerleyince ve dünyaya dair bilgilerimiz artınca, neden “İspanya” olduğunu anladık. Târık bin Ziyâd komutasındaki imanlı askerler ile fethedilen ve sekiz yüz yıl hüküm süren bir İslâm medeniyeti. 711-1492 yılları arasında her türlü gelişimi ile çok büyük bir ihtişama sahne olan topraklar: “Endülüs Emevi Devleti”. İlim anlamında zirve olmasının yanı sıra mimarî anlamda da günümüzde dahi kendisine hayran bırakan bir medeniyet, Endülüs! Bu ihtişamlı medeniyeti Araştırmacı-Yazar ve Sanat tarihçisi Talha Uğurluel ile konuştuk.
Endülüs Emevi Medeniyeti nasıl bir medeniyetti? Kuruluşu nasıl gerçekleşti?
Hemen sondan başa doğru gidelim. Târık bin Ziyâd gemileri yakmadı! Şöyle düşünün; Peygamber Efendimiz (asm) dönemini biliyoruz, arkasından da dört halife dönemi geldi. Hz. Ali’den sonra Emevi Devleti kuruldu. Emeviler döneminde milâdî 751 yılına kadar devlet çok hızlı ve devasa bir şekilde büyüdü. Tabiî Emevi toplumunun içinde sahabeler vardı. Meselâ Amr İbn Âs eliyle Mısır, Hz. Ömer döneminde alınmıştır. Onun devamında Ukbe bin Nafi Hz. ile Kuzey Afrika’nın tamamı alındı. Hatta Ukbe bin Nafi (ra) önüne Akdeniz çıkınca atını denize sürüp; “Ey gazap denizi, sen önüme çıkmasaydın Allah’ın adını duyurmak için ben daha nerelere gidecektim!” demiştir. Târık bin Ziyâd kölelikten gelme bir komutandı. Kölelikten deyince biz bunu hemen Köle Isaura gibi köleler sanıyoruz. Peygamber Efendimizin (asm) Hz. Zeyd’i satın alıp, azad edip, okutup yetiştirmesi ve ordu komutanlığına yükseltmesi gibi. Böyle düşmüş, anne-babasız ortalıkta kalmış çocuklar okutulur, yetiştirilir ve adam edilirdi. Osmanlı’nın sonuna kadar bu uygulama son derece yaygındır. Târık bin Ziyâd’da bu kökenden gelme bir komutan idi. Onunla karşıya geçildi. O günlerde İspanya’da hangi devlet vardı? Vizigot. Hatırlayın, ortaokul yıllarında kavimler göçü hepimize, “Ostrogotlar Vizigotları, Vizigotlar Vandalları, Vandallar Etrüskleri... hepsi birbirini itti” diye öğretilmiştir. İşte bu itmede Vizigotlar orta Avrupa’dan uca kadar geldiler, yani İspanya’ya. Tabiî o günlerde orada Batı Roma İmparatorluğu vardı ve kavimler göçü sırasında Batı Roma da yıkılmış oldu. Târık bin Ziyâd İspanya’ya geçerken Vizigot devletinden bağımsız olan, fakat onların gemilerini kullanan tüccarlardan gemilerini kiraladı. Karşıya geçtikten sonra da gemileri geriye gönderdi. Bu da bir nevi “gemileri yakma” anlamına geliyor. Gemileri geriye gönderdi ve tabi o meşhur söz; “Karşımızda deniz gibi bir ordu, arkamızda ordu gibi bir deniz!” diyor ve yükleniyorlar... Vizigotları iki büyük savaşta yeniyorlar ve Vizigotların başşehri olan Toledo’ya giriyorlar. Muhteşem bir hadisedir bu. Bir insanın dünyevî anlamda başarı kazanabilmesi için, önce kendi iç savaşını kazanması icap ediyor. Târık bin Ziyâd bunu başarmış bir isimdir. Vizigot kraliyeti ele geçiriliyor. Mahzenler ağzına kadar altın dolu. Bu altınlar, Vizigotların göç sırasında yıkılan Batı Roma İmparatorluğu’ndan ele geçirdikleri altınlar. Roma’nın yığın yığın altınları yani... Târık bin Ziyâd altınların üzerlerine çıkıyor ve dünyanın kulak kesilip dinleyeceği o meşhur sözleri söylüyor; “Ey Târık bin Ziyâd, dün bir köleydin bu gün muzaffer bir kumandansın. Unutma, yarın toprağın altına girip hesap vereceksin!” diyor...
NİYETLERİ, AVRUPA’YA ULAŞMAK TABİÎ Kİ !
Fetih gerçekleştikten sonra o coğrafyada ne gibi değişiklikler yaşanıyor ve nasıl bir sistem uygulanıyor?
Niyetleri Avrupa’ya ulaşmak tabiî ki! Fransa’nın ortalarına kadar gidiyorlar. Paris’e 30 km. kadar kaldığı ifade ediliyor kaynaklarda. Fakat bir süre sonra o bölgedeki Franklar saldırıya geçiyorlar ve “Puvatya” savaşında Endülüs’ü yeniyorlar. Pirene Dağları sınır oluyor artık. Bu günkü İspanya-Fransa sınırı, o günkü sınır oluyor. Tabi bir süre sonra da Emevi Devleti yıkılıyor ve “Endülüs Emevi Devleti” olarak bağımsız oluyorlar. O günlerde Emeviler, Abbasiler tarafından ortadan kaldırılınca, Emevi soyundan olan I. Abdurrahman bu kıyımdan kaçıyor ve kurtuluyor. İspanya’ya sığınıyor ve orada yönetimi eline alıyor, Abbasileri de sokmuyor oraya. Şimdi Abbasiler burunlarının dibindeki Fas’ta, arkalarında Franklar var. Oraya da gidemiyorlar, buraya da. Kapalı bir toplum haline geliyorlar. Kapalı bir toplum olmaları bir noktada iyi, çünkü toplum bu kez kendi içine dönüyor. Yani madem askerî anlamda bir yatırım yapmıyorum, sanatsal ve bilime yatırım yapayım diyorlar ve böylelikle ortaya o muhteşem Endülüs mimarisi, san’atı ve bilimi çıkıyor...
BİZİM ŞU AN YAPTIĞIMIZ ŞİKÂYETİ O GÜNÜN HIRİSTİYAN ULEMASI YAPIYOR!
Üç Semâvî dinin insanını bir arada tutan, saygı ve sevgiyle içinde yaşatmayı uzun süre başaran bir yer Endülüs, değil mi?
Evet öyledir... Bunu başaran da oradaki Müslümanların hoşgörülü yönetim anlayışıdır. Endülüs Emevi’yi özel kılan şey sekiz asır boyunca orada muhteşem bir medeniyet sergilemiş olmalarıdır. Avrupalılar delirmiş ve bütün Avrupa’nın gençliği oraya akmış. Bir papaz hatıratında kendi Hıristiyan gençliği için, “Bizim gençlerimiz İncil’den iki paragrafı ezbere bilmezken şakır şakır Kur’ân âyetlerini biliyorlar ya da onların ilâhilerini ezberliyorlar. Bu nasıl bir iş?” diyor. Yani bizim şu an yaptığımız şikâyeti o günün Hıristiyan uleması yapıyor! Müslümanlar çok zeki, Müslümanlar çok yakışıklı, Müslümanlar çok zengin, Müslümanlar çok güzel giyiniyor, Müslümanların okulları, Müslümanların camileri, Müslümanların tertibi düzeni medeni anlayışları... Ee! Hıristiyan dünya fakir, yoksul, san’attan yoksun, pis...
İSLÂM DÜNYASINDA İKİ BÜYÜK FELÂKET VARDIR
Endülüs’te şehirleri oluştururken hakim olan anlayış neydi, nelere dikkat ettiler? Sizi en çok etkileyen ve “buradan da hiç ayrılmak istemiyorum” dediğiniz eser hangisidir?
Bir kere İslâm’ın ana kaynakları çok kuvvetliydi. İslâm’ın temelinde öyle büyük güçler vardı ki; siz gidiyorsunuz İspanya’ya yerleşiyorsunuz ve orada inancınızdan aldığınız güçle büyük bir medeniyet meydana getiriyorsunuz. Avrupa Endülüs’e bugün hâlâ gıpta ile bakıyor. Avrupa’da radyolojinin kurucusu olan Madam Curie, “Müslüman Endülüs’ten bize 30 kitap kaldı, atomu parçalayabildik. Şayet yakılan bir milyon kitabın yarısı kalsaydı çoktan uzayda galaksiler arasında geziyor olacaktık. Orada bilim sıfırlanınca, biz yeniden sıfırdan onların yüzyıllar önce keşfettiği şeyleri bulmaya çalıştık ve yüzyıllar kaybettik.” diyor. Çünkü İslâm dünyasında iki büyük felâket vardır: Moğol istilâsı ve Rekonkista; İspanya’nın Avrupalıların tabiri ile geri fethi... Bu iki dönemde bitirmişlerdir her şeyi. Meselâ İspanya’da “Tavaif-ül Mülk” Beylikler dönemi vardır. İspanya’daki Endülüs parçalanmış ve küçük küçük beylikler haline gelmiş. Bizim Anadolu ikinci dönem beylikleri gibi. Sevilla’da bulunan Haçlı Kralı, o günlerde diyalogla ömrünü uzatan Nasrî hükümdarının Granada yani El-Hamra Sarayını geziyor. Deliriyor adam! Rüyasına bile giremeyecek bir saray. Ne yapıyor biliyor musunuz? “Aynısından ben de istiyorum. Sizin mimarlarınız gelip bana da aynısından yapar mı? Yapacağınız sarayda bu duvardaki yazıları da istiyorum” diyor. “Fakat yazılar Âyet-i kerîme sen Hıristiyansın...” Bunu da biliyor! “O zaman içinde âyet geçmeyen bize ait ifadeler olsun, fakat sizin harfleriniz ile yazılsın” diyor. Bizim harflerimize bile hayranlar... El-Hamra Sarayının bir binalar bölümü, bir de “Elbeyzin” diye adlandırılan bahçeler bölümü vardır. Yani yazlık saray ve kışlık saray diye ikiye ayırmışlar... Dünyada hiçbir medeniyette su bu kadar güzel kullanılmamış. Bir de çok insanî ve fıtrîdir. Ayrıca saray deyince öyle büyük yapılar falan yok. Bizim Kastamonu’dan, Kütahya’dan bir konak gelsin aklınıza. Öyle çift katlı bir konak, üst katında taraça sedirler önünde bir balkon var, oturup kahve içiyorsunuz... O kadar detaylı düşünmüşler ki; hani merdivenlerin kenarında korkuluk olur ya, işte öyle duvar şeklinde taş bir korkuluk var. Korkuluğun en uç kısmı zikzak bir şekilde oluk yapılmış ve o zikzaklardan su akıyor. Siz merdivenden çıkarken iki kenardan da durmadan kulaklarınıza ılık ılık su şırıltısı geliyor. Günümüzde de kullanılıyor. Peki şu an Elhamra’nın ne kadarı ayakta? Onda biri! Çünkü Endülüs işgal sonrası orayı ele geçiren Kirli İzabel (İzabel de Katolika) bir süre orda kalıyor...
DÂVÂSININ KADINI MI?
Kimdir bu “Kirli İzabel”?
Avrupa tarihini bilmezsek kendi tarihimizi de tam olarak anlayamayız. Avrupa tarihini iyi anlamak için de Kirli İsabel dönemini iyi bilmek lazım. Endülüs Emevi devleti yıkılmış küçük beylikler haline gelmiş. O küçük beyliklerin arasında Hıristiyan beylikler, krallıklar ve kraliçelikler zuhur etmiş. Kastilya, Aragon hep onlardan. Yüzüklerin Efendisi filminde de bu isimlerin hepsi kullanıldı, biliyorsunuz. Bunları boşuna kullanmıyorlar, hepsi beyin arkasını doldurma bunların aslında. O günlerde İzabel kraliçe bile değil, daha genç bir kız. Fakat o kadar zeki bir kadın ki, ağabeyi hükümdarken Aragon Krallığına ileride geçecek olan Ferdinand’la bir şekilde tanışıyor, bağlantı kuruyor ve gizli evlilik yapıyorlar. Bu yolla iç savaş çıkıyor ve savaşı kazanıyor. Kocasıyla işin başına geçiyor. Kastilya ve Aragon birleşiyor. Ama kadın nasıl dindar biliyor musunuz? Çok koyu bir Katolik! Hakkını yememek lâzım; dâvâsının kadını mı? Sonuna kadar! Yani sizi ve okuyanları tenzih ederiz, ama birçoğumuz nüfus cüzdanı Müslüman’ı iken... kadın evlendiği gece kocasına; “İspanya üzerindeki bütün Müslümanlar öldürülünceye kadar ben bir daha yıkanmayacağım” diye yemin ediyor. Düğün gecesi kocasına ettiği yemin bu! Bu kadın uzun yıllar hiç yıkanmamıştır. Tabi yıkanmadığı için kokudan dolayı kadına Kirli İsabel denilmiştir. Bu lâkabı biz takmadık, Avrupa kaynaklarında geçer. İşte kendi tarihlerine nasıl sahip çıkıyorlar. Hatta iki Belçikalı karşılaştığında biri böyle çok gösterişli bir sarı giymişse, öbürü “o İsabel sarısı giymişsin” dermiş. Kadın o tarihte hiç yıkanmadığı için iç çamaşırlarını çıkardığında kirden dolayı özel bir sarıya bulanırmış. İşte 2015’in dünyasında da dillerde bir tabir haline gelmiş. Bu kadının Ferdinand ile evliliğinden Delijuanna adında bir kızı doğdu. Gerçekten de dengesiz bir kızdı. O, Delijuanna’yı Almanya kralı Maximilian’ın oğlu güzel Filip ile evlendirdi. Bu izdivaçtan da Şarlken doğdu. Bütün Avrupa’nın tek başına kralı olmuştu. Almanya’dan İspanya’ya, Belçika’dan Hollanda’ya hepsinin kralıydı. Çok büyük bir güç elindeydi ve anneannesi gibi koyu bir Katolikti. Şarl’ın Sevilla’daki sarayında iki tane taç vardı. Taçlar nerenin tacı biliyor musunuz? Birinci taç Kutsal Roma Germen İmparatorluğu’nun tacı -zaten adamın devleti- ikinci taç ise Cennetin Krallığı’nın tacı! “Cennetin Krallığı” Hollywood’un birkaç sene evvel çevirdiği bir filmdi. Cennetin Krallığı demek, Kudüs demektir. Hıristiyanlığın ve Yahudilerin cennetinin krallık merkezi, başşehri Kudüs’tür. Buna inanıyorlar. Beklediğimiz Mesih de gelince oranın başşehri olacak diyorlar. Film bunun üzerine kurgulanmış ve Sevilla’daki taç oranın tacı. Orayı almak için yandı tutuştu. Alamadı, çünkü karşısında Kanunî Sultan Süleyman ve dünyanın en güçlü devleti vardı. Kanunî, Şarlken dün gece akşam yemeğinde ne yiyordu onu dahi bilen adamdı. İstihbarat o kadar kuvvetliydi. Hâlbuki bizim dizideki Kanuni -özür dilerim- sünepenin biriydi. Saraydaki kadınların oyuncağı olmuştu. Biz izlerken çok güldük o dizilere. Üç sene sürüyor dizi ve üç sene boyunca bütün kadınlar Fransız usûlü diz kırarak birbirlerine selâm veriyorlar. Ya Allah aşkına Anadolu’dayız. Anadolu’da benim gitmediğim, ayağımı basmadığım yer yok gibidir. Kendi geçmişimizde ananelerimizi ninelerimizi diz kırarak gördük mü hiç? O diziyi yapanlar bizim kültürümüzden ve tarihimizden bu kadar yoksunlar işte...
HER ZAMANKİ GİBİ; BİRBİRİMİZE DÜŞÜRÜLME!
Sekiz asra damgasını vurmuş ve ihtişamı ile dillere destan olmuş Endülüs’ü hangi sebeplerden dolayı kaybettik?
Her zamanki gibi; birbirimize düşürülme! Biz İslâm dünyası olarak tarih boyunca savaş meydanlarında hemen hep kazanmış fakat birbirimize düşürülerek hep kaybetmiş bir toplum olduk. Osmanlı’nın kuruluş devrini çok anlatırım. Osman Gazi, Ertuğrul Gazi’nin oğullarının en küçüğüydü, ama beyliğin başına o geçirildi. Ağabeyleri “Biz varken sen kimsin, otur oturduğun yerde” demedi. Osman Gazi öldüğünde, büyük oğlu Alâeddin Çelebi de Orhan Gazi’ye “Ben varken sen kimsin” demedi. Aksine “Kardeşim sen geç, ben sana vezirlik yapayım” dedi. İşte onun için büyüktüler. Orhan Gazi öldü, büyük oğlu Süleyman Paşa kardeşi I. Murat’a, “Kardeşim ben at sırtında yanımdaki yiğitlerle küffar toprağında cihadla meşgul olacağım, sen hükümdar olursun” dedi. Kuruluş devrine nasıl uçtular? Aynı Efendimiz (asm) ve Dört Halife dönemi gibi, bu anlayışla... Birbirlerini yemediler, birbirlerinin ayağına çelme takmadılar. Büyüklük buydu! Endülüs Emevi Devleti III. Abdurrahman dönemi var ya, Ramses dönemi gibidir. Yani Ramses kadar olmasa da, çok ihtişamlıdır. III. Abdurrahman’ın El-Zehra sarayının kalıntılarını geziyoruz bugün; yıkılmış yok edilmiş… Kalıntılarına, o temellere bile “bunun tamamı nasıl bir şeydir” diye hayran hayran bakıyoruz. Onun el yazma katalogları vardı elimizde; sarayın havuzlarındaki balıklara bile günlük 70 çuval yem atılıyormuş. Sadece o yemin hacmine bakıyorsunuz ve “tamam sarayı anlatmana gerek yok” diyorsunuz. III. Abdurrahman’dan sonra onun küçük çocuğu Vezir yönetimi ele geçirmeye çalıştı. Sonra ardı arkasına taht kavgaları ve Tavaif-ül Mülk dönemi başladı. Tabiî yıkım bir anda olmadı. Tavaif-ül Mülk beylikler döneminde bir papazın hatırası çok ibretli. Kulağımıza küpe olsun. Bugün Türkiye’nin kulağına küpe olsun. Tarafgirlik damarıyla, “bu benim dostumdur” diyerek yanımızdaki insanların sırtındaki akrebi onlara göstermezsek, sıkıntılarını eksikliklerini söylemezsek, Allah hem bizim hem de o topluluğun en kısa zamanda -Allah korusun- (....) verir yani. Kusura bakmayın o kelimeyi kullanmak istemiyorum. Bu bahsettiğim şehirler Müslüman şehirler. O papaz ne diyor biliyor musunuz; “Şehrin merkezinde bir Müslüman kalkıp kendi peygamberlerine -hâşâ- ağız dolusu küfrediyordu, ama Müslümanlar kendi taraflarından olduğu için ses çıkarmıyor ve göz yumuyorlardı.” Bakın, dipnotlu bir bilgi veriyorum size burada. İşte Endülüs böyle yıkıldı!..
Röportaj: Melek Şafak / [email protected]
Fotoğraflar: Erhan Akkaya