"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Ali Demirel Ağabeyden hatıralar...

10 Aralık 2017, Pazar 13:00
Ali Demirel, Üstad Bediüzzaman Said Nursî'yi birkaç defa ziyaret eden 'Son Şahitler'den biri. Emekli Astsubay Hava Pilot olan Ali Demirel ağabey, Risâle-i Nur'ların teksir makinası ile neşrinde emek sarf ettiği gibi, basılan Risâle-i Nur eserlerini kullandığı uçağıyla ilden ile de taşımış... Yeni Asya'nın kuruluşunda da hizmeti olan Ali Ağabeyi İstanbul Cerrahpaşa'daki evinde ziyaret edip hatıralarını dinledik...

*Ali Ağabey, önce sizi tanıyarak başlayalım isterseniz...

Adım Ali Demirel. Burdur ili, Karamanlı kazasında doğdum. Köylüyüz yani. 1924 doğumluyum. Köyümüzde ilkokul, Burdur’da da ortaokul vardı. İlkokuldan sonra Burdur’a ortaokulu okumaya gittik. Ondan sonra da 1941 senesinde Burdur’da lise olmadığı için arayışa girdik. Lise, Denizli ve Antalya’da vardı o zaman. Oralara gitmek için bizim imkânlarımız yok. Ne yapacaksın, insan bir şeyler düşünüyor. O zaman Türk Hava Kurumu, Hava Kuvvetleri namına propaganda yapıyordu. Resimler yapıştırıyor, havacılarla ilgili... Şartlar, oradan başka gidecek yerimiz olmadığını gösterdi.

Derken babam dedi ki: “Sen istersen, seni okutmak için uğraşırım.” Ben de okumayı tercih ettim. Türk Hava Kurumu alıyor ve İnönü’ye (Eskişehir’in ilçesi) götürüyordu, orada tesisleri vardı. O zaman usûl öyleydi. Zamanı gelince Eskişehir’e gidiyorsun ve orada sınıflara ayırıyorlar. Makinist, telsiz, pilot sınıfı gibi sınıflar. Pilotlar Eskişehir’e, diğer kısımlara ayrılanlar da başka yerlere gönderiliyordu. Planörle başlattılar bizi. Orada 6 ay kaldık ve “C” brovesi aldık.

Nasıl uçulduğunu öğretiyorlar. Oradan bizi Türk Hava Kurumu’nun tesisleri olan Etimesgut’a götürdüler. Orada ders görmeye başladık ve aynı zamanda da motorlu tayyarelerle uçmaya başladık. Uçtuk ve bir yıl sonra 1942 yılının Haziran aylarında esas Hava Okulu’na gittik. Yani, esas mezun olacağımız, okuyacağımız Eskişehir’deki tesislere gittik.

Tabiî muayenelerde 1500 kişi vardı. 94 kişi pilotluğa ayrıldı. Pilot olarak orada 2 sene kaldık, okuduk. Okuduktan sonra 1944 yılı oldu ve Türkiye neredeyse 2. Dünya Savaşı’na giriyordu. Biliyorsunuz, savaş 1945’te sona erdi. Kur’a çektik, bize İzmir çıktı. Oraya gittik. Orada pilot fazlaymış, oradan 3 pilot Bursa’ya gidecekmiş, bunun için yazı yazıldığını öğrendik. Biz de oraya 3 kişi gidince, hepimizi Bursa’ya gönderdiler. İzmir’e tayin olduğumuz halde Bursa’ya gitmiş olduk. Ve orada uçtuk, kaçtık hayat devam etti. Bu zaman zarfında dinle diyanetle hiç alâkamız yoktu.

*Okullarda okudunuz, hiç İslâm diniyle ilgili bir bilgi öğrenmediniz mi?

Hayır, hiç kimseden bu hususta, dinle diyanetle ilgili bir şey duymadık. Kimse söylemedi, anlatmadı. Bir tek bayramlarda, amcamızın oğlu vardı, “Camiye gidelim” derdi, biz de giderdik.

1947 senesinde Kütahya’ya tayinimiz çıktı. Niye çıktı? Harp bitince devlet İngiltere’den 500 tane tayyare aldı. Yeni yeni alaylar kurdular. Biz oraya tayin olduk. Kütahya'ya vardık, hiçbir şey yok. Hatta çatal ve kaşıklarımızı cebimizde taşırdık, hesap edin. Yeni kurulan bir yer olduğu için eksikleri vardı...

Bir arkadaşım vardı, Abdulkadir Ağar isminde, o da pilot. İkimiz de Bursa’dan gelmiştik. Bir arkadaşımız da vardı, Hasan Coşkun isminde, o da Merzifon’dan Kütahya’ya gelmişti. O evli, biz bekârdık. Hanımı rahatsızlanmış, memleketine gönderince evi boşaldı. Biz o sıralar boş boş geziyoruz. Ehl-i dünyaydık, dini bilgimiz yoktu. Allah muhafaza etti. Arkadaşımız Hasan Coşkun dedi ki: “Yahu Ramazan geliyor, bir oruç tutsak iyi olur.” Abdulkadir dedi ki: “Yemeği ben yaparım.” Öyle deyince iş halloldu. Onun evi de boş, hanımı memlekete göndermişti. Orada oruç tutmaya başladık.

Oruç tutanlar 25-30 kişi vardık. Millet öğlen yemeğine gidiyor, biz söğütlerin altına dinlenmeye gidiyoruz. İçlerinden Adil Koç adında bir arkadaş tarikata girmiş. Denizlili biriydi. Bizden bir yıl sonra gelmişti. Onu zaten hava okulunda da görüyorduk, ama tanışmamıştık. Tarikatta da kendince ileri dereceye ulaşmış. Bir ay boyunca onu dinledik. Bir ay içinde namaz kıldık ve biz de tarikata girdik. Onun vasıtasıyla Eskişehir’e yakın bir köy olan Muttalip Köyündeki Hacı Hilmi Efendi vardı, ona bağlandık. Hacı Hilmi Efendi, Nakşi tarikatının Halidiye koluymuş. Ondan sonra biz dindar olmuş olduk. 3 sene sonra bir Ocak ayında, bulunduğumuz askerî alay lağvoldu, personel başka yerlere tayin edildi.

Ocak ayında böyle iş olur mu, herkes kış hazırlığını yapmış... Biz Bursa’dan geldiğimiz için Erzincan’a tayin edildik. “Erzincan nerede?” diye haritada aramaya başladık. Bulduk, “Amma da uzakmış” dedik. Nasıl bir yerdir hiç bilmiyoruz tabiî. Biz, Kütahya’ya geldiğimize üzülüyorduk, ama oraya gelmemiz Allah’ın bir lütfu imiş. Çünkü orada namaz kılmaya başladık.

Babama dedim ki: “Bize niçin hiç dinden, imandan bahsetmediniz?” Bana dedi ki: “Aklınız bozulmasın diye.” İşte milleti bu hâle getirmişlerdi. Okula giderken “aklımız bozulur” diye bize bahsetmemişler...

Erzincan’a vardık. Daha Halk Partisi iktidarı. Sokaklar kar altında... Basit basit evler. Arkadaşım olan Abdulkadir, bir gün bana dedi ki: “Aliciğim, bir pilot var. Bir 'besmele' çekti ki bir görsen!” Hayret ediyoruz bir besmele çekene. “Kim o?” dedim. “Ömer Halıcı” dedi. Ben aslında onu tanıyorum, ama uzaktan... İzmir’e gittiğimizde tanımıştım. O da, daha bir hafta önce namaza başlamış. Konyalı Sabri Halıcı’nın oğlu, Ömer Halıcı. Konyalı Halıcı Sabri, Üstad’la beraber hapis yatan kişi. Feyzi Halıcı’nın da babası aynı zamanda. Güya biz tarikat ehliyiz ya, Ömer Halıcı’ya tarikatın ‘faziletini’ anlatmaya çalışıyoruz. Bize ne anlatılmışsa onu anlatıyoruz.

Bana dedi ki: “Aliciğim, Şeyh Efendi’ye (Muttalip Köyündeki Hacı Hilmi Efendi) bir mektup yazsanız da, bize bir ders gönderse.” Ben de; “Bu tarikat işi öyle olmaz. Şeyh’e gider, izin istersin, öyle olur” dedim. Onun üzerine Ömer Halıcı, babasına demiş ki: “Ben tarikat dersi almak için Muttalip Köyüne gidiyorum.” O da demiş ki: “Oğlum, Emirdağ’da Bediüzzaman varken, başka yere gidilir mi? Sen Emirdağ'a, Bediüzzaman'ın yanına git.”

Derken, bizim Ömer, Emirdağı’na gidip Nur Talebesi olup geldi... Biz de Nurculuğu öyle tanıdık... (Ömer Halıcı, 1954’ün Temmuz aylarında Bandırma’daki bir gece uçuşunda şehit oldu. Üstadımız, “Benim yerime şehit oldu” demiş. Üstadımız, bir havacıya “Sen Ömer’i tanıyor musun? Onu 20 evliya ile değişmem” demiş.)

O zaman teksir makinasının yeni bulunduğu zaman. Biliyorsunuz, Risâleler 1926’da telif edilmeye başlıyor. 1946 senesinde İnebolulu Selahaddin, İstanbul’da teksir makinasını görüp bir tane alıyor. Bir de Sav Köyüne alıyorlar. O büyük kitapların çıktığı yıllar... Ömer Halıcı, 2 sandık kitap getirtti oraya. Ama hepsi Osmanlıca. Ve Erzincan’da Nurculuk böyle başladı.

*Ömer Halıcı, Nurcu olup gelmesinden sonra size neler anlattı? Siz o zaman bir ‘tarikat ehli’ olarak nasıl karşıladınız?

Gelip anlattı, çok ilgimizi çekti tabi. Bana, Lâtin harfiyle teksir edilen Asa-yı Musa’yı vermişti. Okudum ve 'ne harika bir eser' dedim. Tarikatta, ‘murakabe’ var, yani tefekkür. Biz ‘murakabe’den almadığımız zevki, Risâle-i Nur okumaktan almaya başladık. Ömer diyor ki: “Sen bu kitapların hepsinden al.” Ben de; “Ne yapacağım?” diyorum. Derken, tamamından aldım. Ama Osmanlıca’yı okumayı o zaman bilmiyoruz.

O zaman Eskişehir’e bir görev çıktı. Doğru gittim Muttalip Köyündeki Şeyh efendiye. Dedim ki: “Efendim, Bediüzzaman’ın kitapları elimize geçti, aldık. Ne yapalım?”.

“Oğlum” dedi; “Onları okuyun ve mutlaka kendisini ziyaret edin. Herkesi kabul etmez, ama ‘Hilmi Efendinin talebesi’ olduğunu söyleyeni kabul ediyormuş” dedi.

Normalde kim söyler böyle bir şeyi? Ama o söyledi. Sonra öğrendik ki; Hilmi Efendi de Üstadımızı 3 defa ziyaret etmiş daha önceleri. Biz gittiğimiz zaman, “Söyleyin Hilmi Efendiye, o gelmesin, ben ona gideceğim” demişti. Ve Üstad iki defa o köye gitti. Çünkü o köydeki Hilmi Efendinin talebeleri, aynı zamanda Nur Talebesiydi.

Ben Erzincan’ın yakınında, köy gibi bir yerde oturuyordum. Orada camiye gittiğimizde, camide Risâle okurduk. Caminin hocası da “Hayret” derdi. O dedikçe bizim de hayretimiz artardı. Bir sene boyunca Asa-yı Musa’yı, bir sene de Sözler’i okuduk camide.

Türkiye NATO’ya girince, Erzincan’daki alay Diyarbakır’a nakledildi. NATO’ya girince, NATO meydanlar yaptı Türkiye’ye. O zamanlar pervaneli tayyarelerden jet tayyarelerine geçiş başladı. Jet tayyaresi kullanabilmek için kurs almak gerekiyordu. Kurs görmek için Eskişehir’e geldik. Eskişehir’de kurs gördük, 3 ya da 4 ay. Biz o dönemde kötü hava şartlarında uçmayı bilmiyoruz. Onların da kursunu gördük. 1952 senesinin Ekim ayında kursumuz bitince Eskişehir’de Üstadı ziyarete gittik. O zamanki taksiler büyüktü, dolayısıyla 7 kişi bir taksi ile gittik. 4 asker, 3 sivil. Siviller, biri saatçi Muhittin, biri elbiseci Mustafa (bizim ev sahibi), biri de Eskişehir vaizi Abdullah Toprak. Esasında o hoca, hukuk fakültesini bitirmiş, ama camide imamlık yapıyordu. 4 askerden biri de binbaşı Reşat Bey, kara kuvvetlerinde çalışıyordu.

Üstadımıza gideceğiz ya, Şeyhimiz Hilmi Efendiye gittik önce. “Efendim, biz yarın Bediüzzaman’ı ziyarete gideceğiz” dedik. O da hacdan gelmiş. Bu vesile ile Üstad’a misvak ve hurma gibi hediyeler gönderdi. Biz aldık, Üstadın yanına vardık. Ömer Halıcı ve ben. Biz hediyeleri verdik. Üstadım “Fesübhanallah” dedi. Meğer hurma 8 adetmiş. Biz 7 ziyaretçi, bir de Üstad, 8 kişiyiz orada. Üstad “Bir sayı söyle” dedi birimize. Sonra bir diğerimize... Bütün o sayıları topladı ve sonra sıra ile kime denk gelirse önce o almak üzere dağıttı. Üstadımız taneli şeyleri böyle dağıtırmış.

Üstadımız sonra dedi ki: “Ben üç zümreye duâ ediyorum. Bir Nurcular, iki Muttalipçiler, üç havacılar” dedi. Bizi de talebeliğine kabul ettiğine göre, üç duâdan da İnşâallah hisse alırız.

“Bir zamanlar bana kunduracılar geliyordu, bir zamanlar terziler geliyordu. Şimdi tayyareciler geliyor. Çünkü ben onlara duâ ettim. Namaz kılsın kılmasın, bütün havacılara duâ ettim” dedi. Hakikaten o zamanlar hava üslerinin bulunduğu yerlerde hizmetler çok inkişaf etti. Meselâ, Balıkesir, Bandırma, İzmir, Eskişehir, Merzifon, Malatya, Diyarbakır... Astsubaylar arasında hizmetler inkişaf edince, halk da korkmuyor. Çünkü o zaman müthiş bir baskı var milletin üzerinde. Nur Talebeliği cesaret isteyen bir iş. Çoğu kişi Üstadın ismini anmaya korkardı.

Duâ etti, nasihatler etti. Dedi ki; “Ben bir emir versem, bütün heykelleri kırdırırım. Ama biz kalplerdeki heykelleri kırıyoruz.”

Bir de imamlık yapan Abdullah Toprak’a döndü. “Kardeşim” dedi, “Tek başına kaldım. 5-6 kişi olsak böyle olmazdı” dedi. Bunlardan doğrusu bir şey anlamadık. Çünkü evveli yok, sonu yok. Bu hadise, tam 8 sene sonra meydana çıktı. Şöyle ki, Üstadımız vefat ediyor. Hasan Basri Çantay isminde Balıkesirli zât-ı muhterem hastalanıyor. Üsküdar’da bir hastanede yatarken Nur Talebelerinden Bekir Berk, Mehmet Fırıncı, Mehmet Emin Birinci, Hakkı Yavuztürk ve Mehmet Kutlular ziyaretine gidiyorlar. O zat bunları görünce ağlamaya başlıyor. Diyor ki: “Biz Bediüzzaman’ın kıymetini bilemedik.” Çantay, ilk mecliste mebusluk yapan bir isim. “Biz onu bilemedik, birkaç kişi ona sahip çıksaydık, Türkiye böyle olmazdı. O konuşurken biz onun eteğinden çekiyorduk, ‘İdareyi kızdıracaksın’ diye” demiş.

Yani Üstad’ı en başta devrinin âlimleri anlamamış ve bildiğimiz gibi Üstad da Van’a giderek inzivaya çekilmiş.

*Yeni Asya gazetesi ile nasıl tanıştınız?

Tayyareciyiz ya, Yeşilköy’deyiz. Yeşilköy’den Kayseri’ye vazifeli olarak gidiyoruz. Tayyare bakıma gitmesi lâzım, iki tayyare ile gidiyoruz. Birini orada tamire bırakıyoruz, diğeriyle İstanbul’a dönüyoruz. Sonra haber veriyorlar ki, ‘Tayyareniz tamir oldu’. Bu defa yine bir tayyare ile gidip, diğerini de alıp geliyoruz. Kayseri’ye çok sık gidiyoruz, çünkü orada tamir fabrikası var. Bir bakıyoruz ki; şehirdeki camiler ağzına kadar dolu. Diyorum ki; “Arkadaşlar, bu camiler bu kadar dolu da niçin bir tane dershane yok bu şehirde?” Tarih 1967. O zaman İttihad yayınlanmaya başlamıştı. Bazı Halk Partililer, İttihad’ı sattırmamak için uğraşırdı.

Biz böyle dedik ya, hayatımızın sonunda, emekliliğimiz gelmişken bir tayin çıkmaz mı oraya? Kayseri’ye tayinimiz çıktı. Düşündüm ki; “Kayseri’nin dershanesi ile meşgul olurken, işte sana imkân. Ne yapacaksan yap” denildi her halde. Gittim, çoluk çocuğu götüremiyorum. Hepsi okuyor şurada burada. Ahmet Şükrü Kılıç diye bir öğretmen vardı orada. Sonradan İstanbul’a geldi. Onu tanıyordum Kayserili olarak. Onun babasının bir bakkal dükkânı vardı, onu da tanıyordum. Niyetim, oraya varacağım ve diyeceğim ki; “Burada Nur Talebesi tanıdığın var mı?”. Neyse, gittim bir otelde yattım, sabah kalkıp doğruca o bakkal dükkânına gittim. Bir Ağustos günüydü baktım ki; benim tanıdığım Ahmet kapıda oturuyor. Selâm kelâmdan sonra dedi ki: “Haberin var mı? Mehmet Küçükağa diye biri geldi, bir iki gün önce dershane açıldı burada.” Allah Allah! Mehmet Kurtoğlu ve Hüseyin Bulut diye iki kişi daha varmış yanında. Mehmet Küçükağa’yı ben Erzincan’dan tanıyordum, orada bir dükkânda çalışıyordu. Bizim havacılık tesisleri Diyarbakır’a gidince bir çok insan da ticaret için Diyarbakır’a göçmüş. Mehmet Küçükağa da Diyarbakır’a gelince, Mehmet Kayalar Ağabey vasıtasıyla Nur Talebesi olmuş. O Mehmet Küçükağa gelmiş ve bir ev tutmuşlar. “Nerede?” dedim. “Şeyh Tennuri Camii var, onun yanında” dedi. Hemen çıktım, oraya gittim. Müezzine sordum ve orayı buldum. “Burası küçük” dedim, ama onlar “Burası güzel dershane olur” dediler.

Bizi tekrar Eskişehir’e gönderdiler. Bir ay daha kurs gördük. Yeniden Kütahya’ya döndük. Kütahya'daki dershane boş bir arsanın içinde ve etrafında hiç bina yoktu. Dolayısı ile resmî elbise ile oraya gitmek uygun olmuyordu. Herkesin dikkatini çekiyordu. Böyle olmuyor dedik ve orduevinde bir yer ayırdık. Orada yatıyorum, mesai dışında dershanede oluyorum ve orduevinde kalıyorum.Bu arada İstanbul’da karar alınmış, “Günlük bir gazete çıkaracağız” diye. Beni aradılar ve “Emekli ol, gel; gazetede çalışacaksın” dediler. Haftalık olarak İttihad çıkmıştı, günlüğe dönecekti. Sonra o karar gereği Yeni Asya yayınlanmaya başladı. Biz de emekli olduk, İstanbul’a geldik. Gazetede idareci olarak çalışmaya başladık. Şoför Hamdi’yi de o zaman işe almışlardı (Hamdi Yeşildağ yakın zaman önce vefat etti, Allah rahmet eylesin. Amin.) Bir iki personel alındı, ama gazete bir türlü çıkamıyordu. Para bulunamıyordu. İki ay süren çalışmalar, toplantılar oldu. Neticede gayret gösterildi ve Yeni Asya yayınlanmaya başlandı. Biz de orada elden geldiğince hizmet etmeye çalıştık.

1979 senesinde CHP iktidarı döneminde yokluk ve kuyruklar vardı. Personel ihtiyaçlarını karşılamakta zorluk çekiyorduk. Bir kooperatif ya da market kurulunca mal almak kolay oluyormuş. Gazete binasında personel için kurulan, bir anlamda kooperatif gibi olan marketi işletmek için yine bana teklif geldi. Onu da ben işlettim.

Yeni Asya’nın yayın hayatına başlaması Zübeyir Ağabeyin gayretiyle oldu

*Risâle-i Nur eserlerini okumanız sebebiyle cezaevi hayatınız oldu mu?

1960 ihtilâlinde bir ara gözaltına alındım. Şöyle oldu: Biz vazifeli olarak değişik yerlere gidiyorduk. 10 günlüğüne, 5 günlüğüne Ankara’ya çok giderdik. Dışkapı’da o zaman Said Özdemir’in ilgilendiği bir dershane vardı. Ankara’ya vazifeli gittiğim bir gün o dersaneye gittim. Elimi kapıya attığım gibi daha önce oraya giden polisler beni alıp götürdüler. Bir iki gün kaldım gözaltında. Tabiî başkaları da gözaltına alınmıştı. Sonra bir kısmını tutukladılar, bir kısmını serbest bıraktılar. O zaman Av. Bekir Berk duymuş ve bizi savunmak için Ankara'ya gelmişti.

1982’de yine burada (Cerrahpaşa’da) bir Salı günü dershanede sohbet ediyoruz. Baktım, dışarda bir hareketlilik var. “Her halde baskına geldiler” dedim. Buradaki gençlerin bir kısmı başka yerlere gitti. Meğer bizim eve gelmişler. Beni alıp Gayrettepe’ye götürdüler.

O dönemde Can Alpgüvenç, bazı talebelerle ilgileniyordu. Bir gün Mehmet Kutlular ona demiş ki: “Her önüne gelene kitap okutturma, tedbirli ol.” O da “Birşey olmaz” demiş. Derken ‘ırkçı’ düşünceye mensup öğrencilerden biri “Bunlar Nurculuk yapıyor” diye bizi şikâyet etmiş. Şikâyet edince baskına uğradık.

Bizi Gayrettepe’ye götürdüler ve Selimiye’ye gideceğiz diye beklerken her gün yeni bir baskınla yeni Nur Talebelerini getirmeye başladılar. Derken bir ay boyunca Gayrettepe’de gözaltında kaldık ve sonunda Selimiye’ye sevk ettiler. Selimiye’de bir koğuşa koydular. Kenarlarda yatak var, ortası boş. Bütün iş orada yapılıyor. Yemeklerimiz, namazlarımız hep orada. Bir tarafa geçiyoruz, yüzbaşı geliyor yoklama yapıyor ve ismin okununca öbür tarafa atlıyorsun. Meselâ, “Ali Demirel!” diye bağırıyor; “Burda komutanım” deyip öte tarafa atlıyorsun. Oraya gittikten 3 gün sonra hakim karşısına çıktık. Selimiye’deki askerî mahkeme yani...

*Selimiye’de şahit olduğunuz bir ‘kuş’ hadisesi varmış, onu da anlatır mısınız?

Tabiî, Üstad’ın muhtelif mektuplarında ‘kuş’lardan bahsettiğini, onların bazı haberler verdiğini hatırlarsınız. Ben onları her okuduğumda biraz şüphe ile bakardım.

Tahliye olacağımız gün koğuşa bir güvercin girdi, nereden girdiyse. Uçuyor, uçuyor, levhanın üstüne konmak istiyor, konamıyor öyle bir hâl. Yarım saat uçtu, yoruldu, sonra kayboldu. Derken Hüseyin Demirkan vardı ("Yıldızların Esrarı" adlı kitabın yazarı) onunla beni tevkif ettiler, diğer 18 kişiyi tahliye ettiler. Neyse, bizim oğlan Muhsin Demirel mahkemeye bir dilekçe vermiş. Aslında Cumartesi günü mesai değil, mahkemenin o dilekçeyi almaması lâzım. Ama aldı. Pazartesi günü oldu. Koca bir hava alma yeri var, etrafı yüksek duvarla, tellerle çevrili. Orada şarkı söylettiriyorlar herkese. Derken bir asker geldi, ismimi anons etti. “Senin bir istidân (dilekçe) varmış” dedi. “Evet, Cumartesi günü vermiştim” dedim. Hem de düşündük ki, bunda bir iş var. “Selimiye’de iki kardeş askerlik yapmış ve birbirini görmemiş” diye bir menkıbe anlatılır, böyle bir yer orası...

Biz o gün hava almaya çıkmadan önce yine bir kuş gelmiş ve bir tur atarak kaybolmuştu. Sonra tahliye olunca şöyle düşündüm: 18 kişiye yarım saat tur atan kuş, elbette iki kişi için tek tur atardı! Hiçbir şey tesadüfi değil yani.

Tahliye olduktan sonra mahkeme devam etti. Güzel bir elbise aldım, mahkeme elbisesi. Mahkemeye gittik geldik, gittik geldik. En son bir defa gitmedim ve o gün beraat ettim. Eyvah dedim, beraatin de zevkini alamadım!

*Mahkemede ne ile itham ediliyordunuz?

Tabiî ki Nurculukla...

*Yeni Asya'nın kurucu Genel Yayın Müdürü merhum Mustafa Polat’tan hep sitayişle bahsedilir. Siz onu nasıl tanıyorsunuz?

Mustafa Polat, Erzurum’da genç yaşta gazeteciliğe başlıyor. İstanbul’a gelip de trafik kazasında vefat ettiğinde 29 yaşındaydı, hesap edin. Bu kadar genç insan... Gazetenin bütün işlerini o yapardı, her işinden anlardı. Çekirdekten yetişen bir gazeteci idi.

Gazete yazıları eskiden kurşun harflerle dizilirdi. Rahmetli Mustafa Polat, “Ben bu dizgileri tersinden okurum” derdi. O kadar gayretliydi. Dolayısıyla başarılı bir gazeteciydi.

Polat vefat edince, biz şaşkın şaşkın duruyorduk, “Nasıl yapacağız bu işi?” diye. O zaman Ümit Şimşek de işi öğrenmişti. “Bana bir kaç arkadaş verin” dedi. İşte, Hüseyin Demirel, Selahattin Şafak ve bir iki kişi ile gazete devam etti.

*Zübeyir Gündüzalp Ağabeyin tavrı nasıldı?

Yeni Asya’nın yayın hayatına başlaması aslında Zübeyir Ağabeyin gayretiyle olmuş. “Gazete çıkaralım” diyen o. Çünkü ihtiyaç duyuldu. Meselâ, bir tanesini söyleyeyim. Sakarya’da bir müftü, “Nurculuk 163. madde aleyhinedir, o maddeye göre suçtur” anlamında bir rapor veriyor. Bugün gazetesine, “Bu yanlış bir kanaat, bunu tepkisiz haber olarak duyurma” dedik. Dinlemediler tabiî. Böyle olunca Risâle-i Nur’u savunacak bir gazeteye şiddetle ihtiyaç duyuldu. Dolayısıyla Zübeyir Ağabey bunun teşvikçisi. Fikren en büyük desteği o verirdi.

DEĞİŞİK HATIRALAR

*Biraz da hatıralarınızdan bahsetseniz?

Tabiî ki. Diyarbakır’dan bir hatıra: Kurs gördükten sonra uçmak için sıraya girdik. Jetlerle uçacağız. Bir emir geldi, “Hava Harp Okuluna uçuş öğretmeni alınacak” dendi. Biz hem isteyerek hem de onların göndermesiyle Eskişehir’e geldik. Kurs gördük. Sonra okulda öğretmen olduk. Çok memleket gezmişiz. Derken Eskişehir’deki harp okulu İzmir’e nakledildi. İzmir’e vardık. Nur Talebesinin işi her yerde Nurculuk. Abdurrahman Cerrahoğlu vardı, ondan İzmir’deki Nur Talebelerini öğrenmek istedim. Onun dükkânına gidiyorum, soruyorum, meğer o kişi hacca gitmiş, “Hâlâ gelmedi” diyorlar. “Bir züccaciyeci var, senin derdini o anlar” dediler. Nurculuk sebebiyle aradığımı anlamışlar. Vardım, Mustafa Birlik diye bir züccaciyeci. Her gün gidip onunla sohbet ediyordum.

Refet Barutçu vardı, rahmetli derdi ki; “İnsanların kabiliyeti ya çıradır, ya odun. Çıra olan kibrit yanınca tutuşur, odun olunca boşa uğraşırsın.” Mustafa Birlik, mâşâallah ‘çıra’ gibiydi, bir iki ay sohbetle iyi bir Nur Talebesi oldu. İzmir’de iki kişi olduk.

Bir gün Mustafa Birlik dedi ki “Burada Erzurumlu bir çocuk var, Risâle-i Nurları tanırsa çok faydalı olur.” Bahsettiği kişi, Muzaffer Arslan idi. İki üç ay inşaatlarda çalışıyor, yıl boyu onunla geçiniyormuş. Bir gün Faik, camiye gidiyor. Namaz bittikten sonra iki imam oturuyor, bir de Muzaffer Arslan. Faik de gidip başlarında dinliyor. Bir gün İktisat Risâlesi’nden ders okunurken kendisi de iktisatla yaşadığı için çok hoşuna gidiyor ve Risâle-i Nur’a teslim oluyor.

Bir gün de uçuştan geliyorum, dediler ki: “Seni bir asteğmen arıyor.” “Kim?” “Faik Öztürk isminde biri.” Yedek subay olmuş. Ona demişler ki, “Gaziemir’de Ali Demirel’i bul.” Gelip beni buldu. Dershanede kalmış, usulleri bilen biri. Olduk üç kişi. Derken, haftada bir defa ders yapıyoruz, ya bizim evde ya da Mustafa Birlik’in evinde. Derken 11 ay sonra tekrar bize tayin çıktı, İzmir’den ayrıldık.

Sonra Ankara’ya geldik ve orada da Atıf Ural’ı bulduk. Hukuk talebesiydi. Bana dedi ki: “Ali ağabey, şu Haşir Risâlesi’ni teksir ile bassak.” Ee, teksir makinası lâzım. Makina için para lâzım, daktilo lâzım... 1955’in Kasım ayları. O zaman malî yılbaşı 1 Mart idi. Dedim ki, “Dedikodular çıkıyor. ‘Pilotların uçuş parası artacak’ diyorlar. Artarsa gideriz alırız.” Mart geldi para artmadı. O arada onun ağabeyi Kemal Ural ziraat mühendisi. O zaman Balıkesir’den tayin olmuş Taşköprü’ye. Bir gün baktım, Atıf Ural teksir makinasını bizim eve getirdi. Evde babam da var. Bu işlere muhalif. Pencereden içeri aldık. O sırada Ankara’daydık.

Aldık da bunu nasıl çalıştıracağız? Bizim evde Ali İhsan Tola, Said Özdemir, Mustafa Türkmenoğlu, Atıf Ural, ben ve bir iki de tayyareci arkadaş. Odanın ortasına koyduk, bakıyoruz. Mürekkebini koydular. Ali İhsan Tola dedi ki: “Çevir kardeşim!” Biri diyor ki “Acele kâğıt getir”, biri başka bir şey... Derken böylece biz de teksir makinasının kullanılmasını öğrendik.

Basacağız, ama Atıf ve benden başka kimse yok. Benim çoluk çocuk var... Mesaim var, uyku lâzım. Nasıl olacak? Tam o esnada oturduğum ev satıldı, ev sahibi dedi ki; "Evimden çık." Derken bir dedikodu çıktı, “Sizin filo İstanbul’a gidecek” diye. O arada benim kayınbiraderim vardı, askerî tıbbiyede. Memlekete gidiyordu, dedim ki: “İşler karıştı, şu çocukları memlekete götür.” Mesaiye gittik, ben de dahil bir kaç kişiye dediler ki “İkinci bir emre kadar uçmayacaksınız!” O da halloldu. Ee, ev işi var, ne olacak? Yeni ev sahibi de dedi ki; “Bizim çok ihtiyacımız var. Sen eşyalarını bir odaya koy, evi bize teslim et, ne zaman alırsan al.” Derken herşey halloldu.

Ulucanlar’da dershane vardı, orada akşamları mesai sonrasında geliyoruz, sabah 4’e kadar teksir makinasının başında Risâle teksir ediyoruz. Atıf dağıtıyor, Sungur Ağabey de o sırada Ankara’da asker. O da Risâle’deki âyetleri teksir kâğıdına (mumlu kâğıt) yazıyor. Tam 65 sayfalık Haşir Risâlesi’nin basımı bittiği an, bizim de İstanbul’a tayin emrimiz çıktı. Ben İstanbul’a gittim, diğer kardeşler bu işleri devam ettirdiler.

Biz tayin olduğumuzda eşyalarımızı da uçaklarımızla götürebiyorduk, tayyareler müsait oluyordu. İstemediğimiz halde bir yüzbaşı fazla eşya koydu uçağımıza. Benim eşyalarım da vardı. İstanbul’a giderken, Yalova üzerinde uçağımızın motoru arıza yaptı. Havaalanına inemedik, Şirinevler ile havaalanı arasında uçağın motoru koptu, kanat koptu, burun koptu. Derken hasarlı olarak iniş yapmış olduk.

Bu hadiseden 3 ay sonra benim belim ağrımaya başladı. Deniz Hastanesi’ne gittim, “Senin Eskişehir Hava Hastanesine gitmen lâzım” dediler. Oraya gittim. Saatçi Şükrü Ağabey vardı, oraya vardım. Ceylan Ağabey geldi, "Üstadımız otelde." “Ben bir ziyaret edeyim” dedim. “Dur, orada polisler var. Biraz sonra biz Emirdağ’a gideceğiz. Sen şehrin dışına çık, orada görürsün” dediler. Ben de resmî elbise ile şehrin dışına çıktım. Biraz sonra taksi geldi, Ceylan Ağabey şoför. Yanında Zübeyir Ağabey. Üstad kapıyı açtı, “Ne arıyorsun burada?” dedi. “Üstadım, belim ağrıyor, hastahaneye geldim” dedim. Cevaben, “Senin hiçbir şeyin yok” dedi. Bu yaşa geldim, belimden dolayı hiç tedavi görmedim, hiçbir şey de olmadı, şükür.

Sonra otobüs geldi, Eskişehir’e döndüm. Meğer Üstadı polisler takip etmiş. Bizi görmüşler. Daha sonra bir başçavuş geldi, “Hüviyetini ver” dedi. Verdim. Bir hafta sonra İstanbul’a döndüm. Arkadaşlar, “Yahu sen ne yaptın? Seni şöyle yapacaklar, böyle yapacaklar” dediler. “Ben bir şey yapmadım ki” dedim. Meğer, vali yazı yazmış. “Personeliniz, uzun zamandan beri tarikatçılık yapan Said Nursî’yi ziyaret edip elini öpmüştür” diye. Ankara’ya yazılmış yazı. Kumandan da şaşmış kalmış. Sormuş beni, demişler ki "İyi birisidir, kitap okur, ama kötülüğü yoktur." O da, “O zaman bu mânâda yazın bir yazı” demiş ve başından savmış.

Bir sene sonra emniyetten biri geliyor ve “Bu tehlikelidir” diyor benim için. Bizim görev yazılarımız bir gün önce yazılırdı, ben nereye gideceksem hemen oranın emniyetine haber verilirmiş ve takip ettirilirmişim. “Yarın bir uçak gelecek, onun pilotu Ali Demirel takip edilecek” diye.

Aradan bir sene geçti, 1960 İhtilâli oldu. Amirimiz de benim için “Ben bu defa ona göstereceğim” demiş. İki üç gün sonra 6 bin subayın emekliye sevki yapılmış, bizim âmir de bunların içinde. Adam işe geldi, kafası yerde. Bize günümüzü gösterecekken, kendisi gününü görmüş oldu. Biz 9 sene daha çalıştık ve emekli olduk, Elhamdülillah.

Bir hatıra daha anlatayım: 1960’ın başları. Bir gün Yeşilköy’den eve geldim. Hanım dedi ki: “Üstadımız İstanbul’a gelmiş.” Yok yahu. Hemen sivil elbiseyi giydim, doğru Süleymaniye’ye, Kirazlı Mescid sokağına gittim. Oradaki ağabeylere sordum, “Bizim haberimiz yok” dediler. Çıktım oradan, Halil Yürür arkama takıldı. “Gelme” dedim, ama beni dinlemedi. Ben de Av. Bekir Berk’in yazıhanesine gittim Cağaloğlu’na. Baktım, Kemal Ural orada. Sordum, dedi ki “Üstadımız Pierre Loti Otelinde.” Vardık oraya. Bir adam, kâtip, “Buyurun efendim” dedi. “Bediüzzaman’ı ziyarete geldik” dedim. Hemen bir kâğıt çıkardı, ismimi sordu. Ben de “İsme lüzûm yok, ziyaretçi dersin” dedim. Meğer, emniyette “irtica şefi” olan ve “Kör Faruk” diye bilinen bir komisermiş. Oraya gelmiş ve ziyaretçileri tesbit etmeye çalışıyormuş. Yanındaki adam da, Milliyet’in muhabiriymiş. Bir ara dışarı çıktım, yanımda Halil Yürür, “Ali ağabey” diye bağırdı. "Ali ağabey"in zamanı mı şimdi? Bir baktık, Üzeyir Şenler gelmiş, yukarı çıktı. Milliyet ertesi gün yazmış: “İstanbul teşkilâtından olduğu anlaşılan ‘Ali ağabey’ isimli birisi hiç itirazsız Said Nursî'nin ziyaretine kabul oldu” diye.

Üstada, “Ali ile Halil gelmiş” demişler. O da “Gelsinler” demiş. Nasip oldu, orada da ziyaret ettik. Bekir Bey ve Necdet Doğanata Bey de oradaydılar. Necdet Doğanata İzmir’den bir avukattı. Zübeyir Ağabey de oradaydı. Üstad konuştu, biz dinledik. “Bir kaç gün kalacağım, Eyüp Sultan’ı ziyaret edeceğim” dedi.

Zübeyir Ağabey dedi ki; “Kardeşim, evde kullanılmamış yorgan var mı?” Bizde de bir tane vardı. Hemen onu getirdik. Ertesi gün Üstad İstanbul’dan ayrıldı, Ankara’ya gitti.

Bu vesile ile bütün Nur Talebelerine selâmlarımı sunuyorum. Allah (cc) hepsinden razı olsun. Amin.

(Faruk Çakır ve İsmail Terez'in yaptığı bu röportaj 19 ve 20 Eylül 2010 tarihlerinde Yeni Asya'da yayınlanmıştır.)

***

Okumak için tıklayınız:

Dualarla uğurlandı: Son şahitlerden Ali Demirel Ağabey vefat etti...

Haber Merkezi

Okunma Sayısı: 4727
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı