evet, her insanın her zaman düşündüğü en ehemmi-
yetli endişesi, mezaristana giren kendi dostları ve akraba-
ları gibi, o idamhaneye girmek keyfiyetidir. Bir tek dostu
için ruhunu feda eden o bîçare insanın binler, belki mil-
yonlar, milyarlar dostları ebedî bir müfarakat içinde idam
olmalarını tevehhüm edip, cehennem azabından beter bir
elem –o düşünmek ucundan– göründüğü vakit, ahirete
iman geldi, gözünü açtırdı ve perdeyi kaldırdı. “Bak!” de-
di. o imanla baktı, cennet lezzetinden haber veren bir
lezzet-i ruhaniyeyi, o dostları ebedî ölümlerden ve çürü-
melerden kurtulup, mesrurâne, bir nuranî âlemde onu da
bekliyorlar vaziyetinde müşahedesiyle aldı. risale-i
nur’da, bu netice hüccetlerle izahına iktifaen kısa kesi-
yoruz.
•
Hayat-ı şahsiyeye ait üçüncü bir faydası:
İnsanın
sair zîhayatlar üstündeki tefevvuku ve rütbesi ise, yüksek
seciyeleri ve cemiyetli istidatları ve küllî ubudiyetleri ve
geniş vücudî daireleri itibarıyladır. Hâlbuki, o insan, hem
madum, hem ölü, hem karanlık olan geçmiş ve gelecek
zamanların ortasında sıkışmış bir kısa zaman olan hazır
vaktin mikyasıyla, ölçüsüyle hamiyeti, muhabbeti, kardeş-
liği, insaniyeti gibi seciyeler alır.
Meselâ, eskiden tanımadığı ve ayrılıktan sonra da hiç
göremeyeceği babasını, kardeşini, karısını, milletini ve
vatanını sever, hizmet eder. Ve tam sadâkate ve ihlâsa
pek nadir muvaffak olabilir; o nispette kemalâtı ve seci-
yeleri küçülür. değil hayvanların en ulvîsi, belki baş aşa-
ğı, akıl cihetiyle en bîçaresi ve aşağısı olmak vaziyetine
Şualar
o
n
B
irinci
Ş
ua
| 361 |
MEYVE RİSALESİ
mezaristan:
mezarlık.
mikyas:
nispet, derece, ölçü.
muhabbet:
sevgi, sevme.
muvaffak:
beceren, neticeye va-
ran, sonuç alan.
müfarakat:
uzaklaşma, ayrılık.
müşahede:
bir şeyi gözle görme,
seyretme.
nadir:
seyrek, az, ender bulunan.
nispet:
oran, değer.
nuranî:
nurlu, ışıklı, parlak, mü-
nevver.
ruh:
dirilik kaynağı, hayatın temeli
ve sebebi olan manevî varlık.
rütbe:
sıra, derece, mertebe, paye.
sadâkat:
bağlılık, doğruluk.
sair:
diğer, başka, öteki.
seciye:
iyi huy, karakter.
tefevvuk:
üstün olma, üstünlük.
tevehhüm:
vehimlenme, kurun-
tuya kapılma; gerçekte var olma-
yanı var kabul etme, yok olanı
var zannetmekle ümitsizliğe ve
korkuya düşme.
ubudiyet:
kulluk.
ulvî:
yüksek, yüce.
vaziyet:
durum.
vücudî:
varlıkla ilgili, varlığa dair.
zîhayat:
hayat sahibi.
âlem:
dünya, cihan.
azap:
günahlara karşı ahirette
çekilecek ceza.
beter:
daha fena, daha kötü.
bîçare:
çaresiz, zavallı.
cemiyetli:
bir çok şeyi bir
arada bulunduran, pek çok
özellikleri içine alan, kapsam-
lı.
cihet:
yön, sebep, vesile.
elem:
dert, üzüntü, maddî-
manevî ıztırap.
endişe:
kaygı.
faide:
fayda.
hamiyet:
gayret.
hayat-ı şahsiye:
şahsa ait ha-
yat, özel yaşama biçimi.
hüccet:
delil.
idam:
yok olma.
idamhane:
yok etme yeri,
imha yeri.
ihlâs:
samimiyet, dürüstlük,
doğruluk.
iktifaen:
yeterli görerek.
insaniyet:
insanlık mahiyeti,
insan olma hâli, insana yakışır
davranış.
istidat:
kabiliyet, yetenek.
itibar:
değer.
izah:
açıkça ortaya koyma, bir
konuyu ayrıntılarıyla, eksiksiz
anlatma.
kemalât:
faziletler, kemaller,
olgunluklar, mükemmellikler.
keyfiyet:
bir şeyin nasıl olduğu,
hâl, durum, iç yüz.
küllî:
umumî, genel.
lezzet-i ruhaniye:
ruhanî lez-
zet ve zevk, cismanî olmayan
lezzet.
madum:
yok olan, mevcut ol-
mayan, bulunmayan.
meselâ:
örneğin.
mesrurâne:
sevinçli bir şekilde,
sevinerek, memnun olarak.