Hem, nasıl Hâlık’ımızdan sorduğumuz sualimize o
rabbimiz bütün fermanlarıyla ve nazil ettiği bütün kitap-
larıyla ve müsemma olduğu ekser isimleriyle bize kudsî
ve kat’î cevap veriyor; aynen öyle de, melâikeleriyle ve
onların diliyle, daha başka bir tarzda dedirir: “sizin za-
man-ı Âdem’den beri hem ruhanîlerle, hem bizimle gö-
rüşmenizin yüzer tevatür kuvvetinde hâdiseleri var. Ve
bizim ve ruhanîlerin vücutlarına ve ubudiyetlerine delâlet
eden hadsiz emare ve deliller var. Ve biz, ahiret salonla-
rında ve bazı dairelerinde gezdiğimizi, birbirimize muta-
bık olarak sizin kumandanlarınız ile görüştüğümüz za-
man söylemişiz ve daima da söylüyoruz. elbette bu gez-
diğimiz bâkî ve mükemmel salonlar ve bu salonların ar-
kalarında tefriş ve tezyin edilmiş olan saraylar ve menzil-
ler, hiç şüphemiz yoktur ki, gayet ehemmiyetli misafirle-
ri o yerlerde iskân etmek üzere bekliyorlar. size kat’î be-
yan ediyoruz” diye sualimize cevap veriyorlar.
Hem madem Hâlık’ımız, bize en büyük muallim ve en
mükemmel üstat ve şaşırmaz ve şaşırtmaz en doğru reh-
ber olarak Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmı
tayin etmiş ve en son elçi olarak göndermiş; biz dahi, il-
melyakin mertebesinden, aynelyakin ve hakkalyakin
mertebelerine terakki ve tekemmül etmek üzere her şey-
den evvel bu üstadımızdan, Hâlık’ımızdan sorduğumuz
suali sormaklığımız lâzım geliyor. Çünkü o zat, Hâlık’ı-
mız tarafından her biri birer nişane-i tasdik olan bin
mu’cizatıyla, kur’ân’ın bir mu’cizesi olarak, kur’ân’ın
hak ve kelâmullah olduğunu ispat ettiği gibi; kur’ân
ahiret:
dünya hayatından sonra
başlayıp ebediyen devam edecek
olan ikinci hayat.
aleyhissalâtü vesselâm:
‘salât ve
selâm onun üzerine olsun’ anla-
mında Hz. Muhammed’e dua.
aynelyakin:
gözle görür derecede
inanma; bir şeyi görerek ve sey-
rederek bilme.
bâkî:
ebedî, daimî, sürekli ve kalıcı
olan.
beyan etmek:
açıklamak, bildir-
mek, izah etmek.
delâlet:
delil olma, gösterme.
delil:
bir davayı ispata yarayan
şey, bürhan.
ehemmiyetli:
önemli.
ekser:
pek çok.
emare:
alâmet, belirti, nişan.
evvel:
önce.
ferman:
emir, buyruk.
gayet:
son derece.
hâdise:
olay.
hâk:
doğru, gerçek, hakikat.
hakkalyakin:
marifet mertebesinin
en yükseği; bir şeyi yaşayarak,
içine girerek, doğruluğundan şüp-
heye asla yer bırakmayacak bi-
çimde kesin olarak bilme.
Hâlık:
yoktan yaratan, her şeyi
yoktan var eden, yaratıcı; Allah.
ilmelyakin:
ilim yoluyla kesin ola-
rak bilme.
iskân:
yerleştirme, yurtlandırma.
ispat:
doğruyu delillerle göster-
me.
kat’î:
kesin, şüpheye ve tereddüde
mahal bırakmayan.
kelâmullah:
Allah’ın kelâmı, Kur’ân-
ı Kerîm.
kudsî:
mukaddes, yüce.
madem:
...den dolayı, böyle ise.
melâike:
melekler.
menzil:
ev, oda, yer.
mertebe:
derece, basamak.
muallim:
ders veren, öğretmen.
mu’cizat:
mu’cizeler, Allah ta-
rafından verilip, yalnız pey-
gamberlerin gösterebilecekleri
büyük harika işler.
mu’cize:
benzerini yapmaktan
insanların âciz kaldığı şey.
Muhammed-i arabî:
Arabların
içinden çıkan Peygamberimiz
Muhammed (asm).
mutabık:
birbirine uyan, uy-
gun.
nazil:
nüzul eden, inen.
nişane-i tasdik:
doğruluğunu,
kabul edilirliğini gösteren alâ-
met, belirti.
rab:
besleyen, yetiştiren, ver-
diği nimetlerle mahlûkatı ıslah
ve terbiye eden Allah.
rehber:
yol gösteren, kılavuz.
ruhanî:
gözle görülmeyen, cis-
mi olmayan, elle tutulamayan
varlıklar.
sual:
soru.
tarz:
biçim, şekil, suret.
tayin:
vazifeye gönderme, bir
işe yerleştirme, atama.
tefriş:
serme, yayma, döşe-
me.
tekemmül:
olgunlaşma, ke-
male erme, mükemmelleşme.
terakki:
yükselme, ilerleme.
tevatür:
içinde yalan ihtimali
bulunmayan ve birbirlerine
kuvvet veren haberlerden olu-
şan büyük bir topluluğa ait
haber.
tezyin:
süsleme, ziynetlendir-
me.
ubudiyet:
kulluk.
üstat:
bir ilim ve sanatta üstün
olan kimse, öğretmen.
vücut:
beden, varlık.
zaman-ı Âdem:
Hz. Âdem za-
manı, insanlığın ilk devresi.
zat:
kişi, şahıs.
MEYVE RİSALESİ
| 356 |
o
n
B
irinci
Ş
ua
Şualar