mülküdür; ve kemalât-ı İlâhiyenin medarı olan vahdetini
ve ehadiyetini bedahetle göstermişler; ve vahdet ve eha-
diyet ile, bütün kâinat, o zat-ı Vahid’in emirber neferle-
ri ve musahhar memurları hükmüne geçiyor; ve ahiretin
gelmesiyle, kemalâtı sukuttan ve adalet-i mutlakası müs-
tehziyâne gadr-i mutlaktan ve hikmet-i ammesi sefahat-
kârâne abesiyetten ve rahmet-i vâsiası lâhiyâne tazipten
ve izzet-i kudreti zelilâne aczden kurtulurlar, takaddüs
ederler.
Elbette ve elbette ve her hâlde, iman-ı billâhın yüzer
nüktesinden bu sekiz “mademlerdeki hakikatlerin muk-
tezasıyla, kıyamet kopacak, haşir ve neşir olacak, dâr-ı
mücazat ve mükâfat açılacak
. tâ ki, arzın mezkûr ehem-
miyeti ve merkeziyeti ve insanın ehemmiyeti ve kıymeti
tahakkuk edebilsin; ve Arz ve insanın Hâlık’ı ve rabbi
olan Mutasarrıf-ı Hakîm’in mezkûr adaleti, hikmeti, rah-
meti, saltanatı takarrür edebilsin; ve o bâkî rabbin mez-
kûr hakikî dostları ve müştakları, idam-ı ebedîden kurtul-
sun; ve o dostların en büyüğü ve en kıymettarı, bütün kâ-
inatı memnun ve minnettar eden kudsî hizmetlerinin
mükâfatını görsün; ve sultan-ı sermedî’nin kemalâtı
naks ve kusurdan ve kudreti aczden ve hikmeti sefahat-
ten ve adaleti zulümden tenezzüh ve takaddüs ve teberri
etsin.
Elhâsıl, madem Allah var; elbette ahiret vardır.
Hem nasıl ki, mezkûr üç erkân-ı imaniye, onları ispat
eden bütün delilleriyle haşre şahadet ve delâlet ederler;
Şualar | 309 |
d
okuzuncu
Ş
ua
mellikler, üstünlükler.
kemalât-ı İlâhiye:
İlâhî güzellik
ve mükemmellikler.
kıyamet:
dünyanın sonu.
kıymet:
değer.
kudret:
güç, kuvvet.
kudsî:
mukaddes.
kusur:
eksiklik, noksan.
lâhiyâne:
eğlenircesine.
madem:
böyle ise, hele.
medar:
dayanak noktası.
merkeziyet:
bütün işlerin bir yer-
den idare edilir olması.
mezkûr:
adı geçen.
minnettar:
minnet duyan.
mükâfat:
ödül.
mukteza:
gereken sebepler.
mülk:
mal.
musahhar:
boyun eğen, emre
uyan.
müştak:
âşık, arzulu.
müstehziyâne:
alay ederek.
Mutasarrıf-ı Hakîm:
her şeyin ida-
re ve tanzimi elinde olan, her şeyi
hikmetle tasarruf eden Allah.
naks:
eksiklik.
nefer:
rütbesiz asker, er.
nükte:
ince ve derin mana.
rab:
sahip, her şeyi yaratan, bü-
yüten, terbiye eden Allah.
rahmet:
acıma, merhamet etme,
şefkat gösterme.
rahmet-i vâsia:
bütün mahlûkatı
içine alan genişlikte ve bol rah-
met.
şahadet:
şahitlik, tanıklık.
saltanat:
egemenlik.
sefahat:
yasak ve zevk ve eğlen-
ceye aşırı derecede düşkünlük.
sefahatkârâne:
eğlenceye düş-
kün bir şekilde.
sukut:
düşüş, aşağı inme.
Sultan-ı Sermedî:
hükümdarlığı-
nın sonu olmayan sultan; Allah.
tahakkuk:
gerçekleşme.
takaddüs:
kutsal olma, yüce ve
temiz olma, çok temiz olma.
takarrür:
karar bulma, sağlamca
yerleşme.
tazip:
eziyet etme.
teberri:
uzaklaşma, uzak olma.
tenezzüh:
kusur ve noksanlardan
temiz olma.
vahdet:
birlik.
Zat-ı Vahit:
bir olan Allah.
zelilâne:
horca, alçakça.
zulüm:
haksızlık.
abesiyet:
faydasız ve boş ol-
ma.
acz:
güçsüzlük.
adalet:
her hak sahibine hak-
kının tam ve eksiksiz verilme-
si, hakkaniyet, âdillik.
adalet-i mutlaka:
tam ada-
let.
arz:
yer, dünya.
bâkî:
sürekli ve kalıcı olan.
bedahet:
açıklık.
dâr-ı mücazat:
ceza yeri.
delâlet:
delil olma, gösterme.
delil:
bir meseleyi ispata ya-
rayan şey.
ehadiyet:
Allah’ın her bir şey-
de birliğinin tecelli etmesi.
ehemmiyet:
önemli olma.
elhâsıl:
sonuç olarak, özetle.
erkân-ı imaniye:
imana ait
esaslar.
gadr-i mutlak:
tam zulüm ve
merhametsizlik.
hakikî:
gerçek.
Hâlık:
her şeyi yoktan var
eden, Allah.
haşir:
Allah’ın, ölüleri diriltip
mahşere çıkarması, kıyamet.
haşir ve neşir:
öldükten son-
ra ahirette tekrar diriltilerek
Allah’ın huzurunda toplanma
ve tekrar dağılıp yayılma.
hikmet:
her şeyin belirli ga-
yelere yönelik olarak manalı,
faydalı ve tam yerli yerinde
olması, İlâhî gaye.
hikmet-i amme:
her şeyi ku-
şatan hikmet.
idam-ı ebedî:
ebedî yok ol-
ma.
iman-ı billâh:
Allah’a inanma.
ispat:
doğruyu ortaya koyma.
izzet-i kudret:
kuvvet ve kud-
ret.
kemalât:
olgunluklar, mükem-