başıyla bütün dünyaya meydan okuması ve başa da çıkar-
ması ve İslâmiyet’i dünyanın başına geçirmesi ispat eder
ki, tebliğ ve davette dahi misli olmamış ve olamaz.
Hem, imanda öyle fevkalâde bir kuvvet ve harika bir
yakin ve mu’cizâne bir inkişaf ve cihanı ışıklandıran bir
ulvî itikat taşımış ki, o zamanın hükümranı olan bütün ef-
kâr ve akideleri ve hükemanın hikmetleri ve ruhanî reis-
lerin ilimleri ona muarız ve muhalif ve münkir oldukları
hâlde, onun ne yakinine, ne itikadına, ne itimadına, ne
itminanına hiçbir şüphe, hiçbir tereddüt, hiçbir zaaf, hiç-
bir vesvese vermemesi ve maneviyatta ve meratib-i ima-
niyede terakki eden başta sahabeler ve bütün ehl-i velâ-
yet, onun, her vakit mertebe-i imanından feyiz almaları
ve onu en yüksek derecede bulmaları bilbedahe gösterir
ki, imanı dahi emsalsizdir.
İşte, böyle emsalsiz bir şeriat ve misilsiz bir İslâmiyet ve
harika bir ubudiyet ve fevkalâde bir dua ve cihanpesen-
dâne bir davet ve mu’cizâne bir iman sahibinde elbette
hiçbir cihetle yalan olamaz ve aldatmaz, diye anladı ve
aklı dahi tasdik etti.
•
Dördüncüsü
: enbiyaların (aleyhimüsselâm) icmaı,
nasıl ki vücut ve vahdaniyet-i İlâhiyeye gayet kuvvetli bir
delildir; öyle de, bu zatın (
AsM
) doğruluğuna ve risaletine
gayet sağlam bir şahadettir. Çünkü, enbiya aleyhi-
müsselâmın doğruluklarına ve peygamber olmalarına
medar olan ne kadar kudsî sıfatlar ve mu’cizeler ve vazi-
feler varsa, o zatta (
AsM
) en ileride olduğu tarihçe
musaddaktır. demek onlar, nasıl ki lisan-ı kàl ile tevrat,
Şualar
Y
edinci
Ş
ua
| 219 |
AYETÜ’L-KÜBRA
medar:
sebep, vesile.
meratib-i imaniye:
iman merte-
beleri.
mertebe-i iman:
iman derecesi,
mertebesi.
misil:
benzer, eş.
muarız:
muhalefet eden, karşı çı-
kan, muhalif.
mu’cizâne:
mu’cizeli bir şekilde.
mu’cize:
benzerini yapmaktan in-
sanların âciz kaldığı şey.
muhalif:
zıt, karşıt.
musaddak:
tasdik edilmiş, doğru-
lanmış, doğruluğu kabul edilmiş.
münkir:
inkâr eden, kabul etme-
yen.
peygamber:
Allah tarafından ha-
ber getirerek İlâhî emir ve yasak-
ları insanlara tebliğ eden elçi, ne-
bî.
reis:
başkan.
risalet:
elçilik, resullük, peygam-
ber olarak gönderilme.
ruhanî:
manevî âlem, ruhlar âle-
mine mensup, ruhlar âlemine ait.
Sahabe:
Peygamberimiz Hz. Mu-
hammed’in mübarek yüzünü gör-
mekle şereflenen ve onun soh-
betlerine katılan mü’min kimse.
sıfat:
vasıf, nitelik.
şahadet:
şahit olma, şahitlik, ta-
nıklık.
tasdik:
bir şeyin veya kimsenin
doğruluğuna kesin olarak hük-
metme.
terakki:
ilerleme, gelişme.
tereddüt:
kararsızlık, şüphede kal-
ma.
Tevrat:
Hz. Mûsa’ya (as) indirilmiş
olan İlâhî kitap.
ulvî:
yüksek, yüce.
vahdaniyet-i İlâhiye:
İlâhî birlik,
Allah’ın bir, tek olması.
vazife:
görev.
vesvese:
şüphe, kuruntu, kalbe
gelen asılsız kötü ve sinsi düşün-
ce.
vücut:
var olma, varlık.
yakin:
kesin bilme, şüpheden sıy-
rılarak son derece doğru ve kuv-
vetli bilme.
zaaf:
zayıflık, kuvvetsizlik, der-
mansızlık.
zat:
azamet ve ululuk sahibi olan.
akide:
iman, inanılan ve itikat
edilen esas, inanç.
aleyhimüsselâm:
Allah’ın se-
lâmı onların üzerine olsun.
bilbedahe:
açıktan, aşikâr ola-
rak.
cihan:
dünya, kâinat, âlem.
cihanpesendâne:
kâinat, ci-
han beğenircesine.
cihet:
yön.
delil:
bir davayı ispata yara-
yan şey, bürhan.
efkâr:
düşünceler, fikirler, gö-
rüşler.
enbiya:
nebîler, peygamber-
ler.
feyiz:
Allah’ın kuluna bağışla-
dığı marifet ve dinî heyecan.
gayet:
son derece.
hikmet:
hakîmlik, feylesofluk.
hükema:
filozoflar.
hükümran:
hâkim, hükümdar.
hüküm ve saltanat süren. hü-
kümferma.
icma:
fikir birliği etme, görüş
birliğine varma.
ilim:
bilme, bilgi.
iman:
inanma, itikat.
inkişaf:
ortaya çıkma, keşfo-
lunma.
ispat:
doğruyu delillerle gös-
terme.
itikat:
kesin inanma, iman.
itimat:
dayanma, güvenme,
emniyet etme.
itminan:
inanma, güvenme,
gönül rahatlığı içinde tered-
dütsüz kabul etme.
kudsî:
mukaddes, yüce.
kuvvet:
güç, kudret.
lisan-ı kàl:
söz ile anlatılan
mana, konuşma dili.
maneviyat:
mana âlemine ait
olanlar, hisse ve inanca ait
şeyler.