“Bu kadar ahlâk-ı hasene ve kemalâtla beraber, bu ka-
dar mu’cizat-ı bâhiresi bulunan bir zat (
AsM
), elbette en
doğru sözlüdür. Ahlâksızların işi olan hileye, yalana, yan-
lışa tenezzül etmesi kabil değil.”
•
İkincisi
: elinde, Bu kâinat sahibinin bir fermanı bu-
lunduğu ve o fermanı her asırda üç yüz milyondan ziya-
de insanların kabul ve tasdik ettikleri ve o ferman olan
kur’ân-ı Azîmüşşan’ın yedi vecihle harika olmasıdır. Ve
bu kur’ân’ın, kırk vecihle mu’cize olduğu ve kâinat Hâ-
lık’ının sözü bulunduğu, kuvvetli delilleriyle beraber Yir-
mi Beşinci söz ve Mu’cizat-ı kur’âniye namlarındaki ri-
sale-i nur’un bir güneşi olan meşhur bir risalede tafsilen
beyan edilmesinden, onu ona havale ederek dedi:
“Böyle ayn-ı hak ve hakikat bir fermanın tercümanı ve
tebliğ edicisi bir zatta (
AsM
), fermana cinayet ve ferman
sahibine hıyanet hükmünde olan yalan olamaz ve bulu-
namaz.”
•
Üçüncüsü
: o zat (
AsM
) öyle bir şeriat ve bir İslâmiyet
ve bir ubudiyet ve bir dua ve bir davet ve bir iman ile mey-
dana çıkmış ki, onların ne misli var ve ne de olur. Ve on-
lardan daha mükemmel, ne bulunmuş ve ne de bulunur.
Çünkü, ümmî bir zatta (
AsM
) zuhur eden o şeriat, on dört
asrı ve nev-i beşerin humsunu âdilâne ve hakkaniyet üze-
re ve müdakkikane hadsiz kanunlarıyla idare etmesi em-
sal kabul etmez.
Hem, ümmî bir zatın (
AsM
) ef’al ve akval ve ahvalin-
den çıkan İslâmiyet, her asırda üç yüz milyon insanın
Şualar
Y
edinci
Ş
ua
| 217 |
AYETÜ’L-KÜBRA
Kur’ân-ı azîmüşşan:
şan ve şerefi
yüce olan Kur’ân.
meşhur:
şöhretli, herkesin bildiği,
yaygınlık kazanmış.
misil:
benzer.
mu’cizat-ı bâhire:
apaçık mu’ci-
zeler.
Mu’cizat-ı Kur’âniye:
Kur’ân’ın
mu’cizeleri.
mu’cize:
benzerini yapmaktan in-
sanların âciz kaldığı şey.
müdakkikane:
dikkatlice, inceden
inceye araştırarak.
nev-i beşer:
insanoğlu, insanlar.
şeriat:
Allah tarafından peygam-
ber vasıtasıyla bildirilen, İlâhî emir
ve yasaklara dayanan hükümle-
rin hepsi.
tafsilen:
tafsilli bir şekilde, uzun
uzadıya, ayrıntılı olarak.
tasdik:
bir şeyin veya kimsenin
doğruluğuna kesin olarak hük-
metme.
tebliğ:
ulaştırmak, bildirmek.
tenezzül:
kendine aykırı düşen
bir işi veya durumu kabul etme,
alçalma.
ubudiyet:
kulluk.
ümmî:
okuma yazması olmayan,
okumamış.
vecih:
cihet, yön.
zat:
azamet ve ululuk sahibi olan.
zuhur:
görünme, meydana çık-
ma.
âdilâne:
adaletli olana yakışır
bir surette, doğrulukla, âdil-
cesine.
ahlâk-ı hasene:
güzel ahlâk,
güzel huy.
ahval:
hâller, durumlar.
akval:
sözler.
asır:
yüzyıl, asır.
ayn-ı hak:
hakkın, gerçeğin
tâ kendisi.
ayn-ı hakikat:
hakikatin aslı,
gerçeğin tâ kendisi.
cinayet:
cana kıyma, katl ve-
ya bu derecede ağır bir suç.
davet:
çağrı.
dua:
yalvarma, yakarış, niyaz.
ef’al:
fiiller, işler.
emsal:
örnekler, benzerler.
ferman:
emir, buyruk.
hadsiz:
sınırsız, sonsuz.
hakkaniyet:
hak ve adalete
uygunluk.
Hâlık:
yoktan yaratan, her şe-
yi yoktan var eden, yaratıcı;
Allah.
hıyanet:
hainlik, ihanet, ken-
dine olan güveni kötüye kul-
lanma, sözünde durmayıp
oyun etme.
hums:
beşte bir.
hükmünde:
değerinde, yerin-
de.
idare:
bir işi yürütme, çekip
çevirme.
iman:
inanma, itikat.
İslâmiyet:
Müslümanlık, se-
mavî dinlerin sonuncusu.
kabil:
mümkün, ihtimal daire-
sinde.
kâinat:
yaratılmış olan şeyle-
rin tamamı, bütün âlemler,
varlıklar.
kanun:
yasa.
kemalât:
faziletler, kemaller,
olgunluklar, mükemmellikler.