rehberi ve mercii; ve akıllarının muallimi ve mürşidi; ve
kalblerinin münevviri ve musaffîsi; ve nefislerinin müreb-
bîsi ve müzekkîsi; ve ruhlarının medar-ı inkişafı ve ma-
den-i terakkiyatı olması cihetiyle, misli olamaz ve olama-
mış.
Hem, dininde bulunan bütün ibadatın bütün envaında
en ileri olması ve herkesten ziyade takvada bulunması ve
Allah’tan korkması; ve fevkalâde daimî mücahedat ve
dağdağalar içinde tam tamına ubudiyetin en ince esrarı-
na kadar müraat etmesi; ve hiç kimseyi taklit etmeyerek
ve tam manasıyla ve müptediyâne fakat en mükemmel
olarak, hem iptida ve intihayı birleştirerek yapması, el-
bette misli görülmez ve görülmemiş.
Hem, binler dua ve münacatlarından
Cevşenü’l-Kebir
ile, öyle bir marifet-i rabbaniye ile, öyle bir derecede
rabbini tavsif ediyor ki, o zamandan beri gelen ehl-i ma-
rifet ve ehl-i velâyet, telâhuk-i efkâr ile beraber, ne o mer-
tebe-i marifete ve ne de o derece-i tavsife yetişememele-
ri gösteriyor ki, duada dahi onun misli yoktur.
risale-i
Münacat
’ın başında,
Cevşenü’l-Kebir’
in dok-
san dokuz fıkrasından bir fıkrasının kısacık bir mealinin
beyan edildiği yere bakan adam,
Cevşen
’in dahi misli
yoktur diyecek.
Hem, tebliğ-i risalette ve nâsı hakka davette o derece
metanet ve sebat ve cesaret göstermiş ki, büyük devlet-
ler ve büyük dinler, hatta kavim ve kabilesi ve amcası ona
şiddetli adavet ettikleri hâlde, zerre miktar bir eser-i
tereddüt, bir telâş, bir korkaklık göstermemesi ve tek
adavet:
düşmanlık, husumet.
cesaret:
cesurluk, yiğitlik, yürek-
lilik.
Cevşenü’l-Kebir:
büyük zırh an-
lamındaki Hz. Muhammed (a.s.m)
Efendimize vahiyle gelen, Esma-i
Hüsnayı içine alan emsalsiz bir
münacat ve benzersiz bir dua.
cihet:
yön.
dağdağa:
gürültü, beyhude telâş
ve ıztırap.
daimî:
sürekli, devamlı.
derece-i tavsif:
vasıflandırma de-
recesi, niteleme derecesi.
dua:
Allah’a yalvarma, niyaz.
ehl-i marifet:
bilim, hüner ve sa-
nat sahibi kişiler; usta ve mahir
olanlar.
ehl-i velâyet:
velî olanlar; eren-
ler, Allah’ın dostluğunu kazanan-
lar, velîlik sıfatını taşıyanlar.
enva:
çeşitler, türler, neviler.
eser-i tereddüt:
kararsızlık belir-
tisi, tereddüt alâmeti.
esrar:
sırlar, gizli hakikatler.
fevkalâde:
olağanüstü.
fıkra:
bent, madde, paragraf.
ibadat:
ibadetler.
intiha:
nihayet bulma, sona er-
me.
iptida:
baş, başlangıç.
kabile:
iptidaî ve göçebe insan-
larda, aynı soydan sayılan ve bir
başa itaat eden insan topluluğu,
boy, aşiret, oymak, uruk.
kavim:
millet; aralarında dil, âdet,
örf, kültür birliği olan insan toplu-
luğu.
maden-i terakkiyat:
terakkilerin,
ilerlemelerin madeni; ilerlemeye
sebep olan şeylerin kaynağı.
marifet-i rabbaniye:
Rabbanî ma-
rifet, Hak Teâlâ Hazretlerine mü-
teallik marifet, ilim, bilgi.
meal:
mana, mefhum.
medar-ı inkişaf:
inkişafın sebebi;
gelişmeye, yükselmeye sebep olan.
merci:
dönülecek, sığınılacak yer.
mertebe-i marifet:
bilgi ve irfan
derecesi.
metanet:
sebat, gayret.
misil:
benzer.
muallim:
ders veren, öğreten.
musaffî:
tasfiye eden, saflaştıran,
arındıran, süzen.
mücahedat:
mücahedeler, savaş-
malar.
münacat:
Allah’a dua etme, yal-
varma, Onun manevî huzu-
runda tazarru ve niyazda bu-
lunma.
münevvir:
tenvir eden, nur-
landıran, aydınlatan.
müptediyâne:
acemi gibi, ace-
micesine.
müraat:
gözetme, riayet et-
me.
mürebbî:
terbiye eden, bes-
leyip büyüten Allah.
mürşit:
irşat eden, doğru yo-
lu gösteren, rehber, kılavuz.
müzekkî:
tezkiye eden, te-
mizleyen, aklayan, arılayan.
nâs:
insanlar.
nefis:
insandaki bedenî canlı-
lık; yeme, içme, şehvet gibi
biyolojik ihtiyaçlara duyulan
tabiî istek.
rab:
besleyen, yetiştiren, ver-
diği nimetlerle mahlûkatı ıs-
lah ve terbiye eden Allah.
ruh:
dirilik kaynağı, hayatın
temeli ve sebebi olan manevî
varlık.
sebat:
kararlı olma, kararın-
dan vazgeçmeme, azimlilik.
takva:
Allah korkusuyla dinin
yasak ettiği şeylerden kaçın-
ma, Allah’ın emirlerini tutup
azabından korunma.
tavsif:
vasıflandırma, bir şe-
yin iç yüzü ve özelliklerini an-
latma.
tebliğ-i risalet:
peygamberli-
ğin tebliği, ilânı, mesajı.
telâhuk-ı efkâr:
fikirlerin bir-
biri peşine gelip birleşmesi,
katılaşması, birbirine eklen-
mesi.
ubudiyet:
kulluk.
zerre:
pek ufak parça, en kü-
çük parça.
ziyade:
çok, fazla.
AYETÜ’L-KÜBRA
| 218 |
Y
edinci
Ş
ua
Şualar