Şualar - page 214

hükmünde sayılan bir kısım sadık ilhamlar perdesinde ve
mahsus ve bir mahlûka bakan has bir vecihte, onun ka-
biliyetine göre, onun kalb telefonuyla, kavlen dahi kendi
huzurunu ve vücudunu ihsas etmesi, şefkat-i ulûhiyetin ve
rahmet-i rububiyetin zarurî ve vacip bir muktezasıdır diye
anladı.
sonra, ilhamın şahadetine baktı, gördü:
nasıl ki, güneşin faraza şuuru ve hayatı olsaydı ve o
hâlde, ziyasındaki yedi rengi yedi sıfatı olsaydı, o cihette,
ışığında bulunan şuaları ve cilveleri ile bir tarz konuşması
bulunacaktı. Ve bu vaziyette, misalinin ve aksinin şeffaf
şeylerde bulunması; ve her âyine ve her parlak şeyler ve
cam parçaları ve kabarcıklar ve katreler, hatta şeffaf zer-
relerle her birinin kabiliyetine göre konuşması; ve onla-
rın hacatına cevap vermesi; ve bütün onlar güneşin vü-
cuduna şahadet etmesi; ve hiçbir iş, bir işe mâni olma-
ması; ve bir konuşması, diğer konuşmaya müzahemet et-
memesi bilmüşahede görüleceği gibi, aynen öyle de, ezel
ve ebedin zülcelâl sultanı ve bütün mevcudatın zülcemal
Hâlık-ı zîşan’ı olan Şems-i sermedî’nin mükâlemesi da-
hi, onun ilmi ve kudreti gibi, küllî ve muhit olarak her şe-
yin kabiliyetine göre tecelli etmesi; hiçbir sual bir suale,
bir iş bir işe, bir hitap bir hitaba mâni olmaması ve karış-
tırmaması bilbedahe anlaşılıyor. Ve bütün o cilveler, o ko-
nuşmalar, o ilhamlar birer birer ve beraber bilittifak o
Şems-i ezelî’nin huzuruna ve vücub-i vücuduna ve vahde-
tine ve ehadiyetine delâlet ve şahadet ettiklerini aynelya-
kine yakın bir ilmelyakin ile bildi.
akis:
yansıma.
âyine:
ayna.
aynelyakin:
gözle görür derece-
de inanma; bir şeyi görerek ve
seyrederek bilme.
bilbedahe:
açıktan, aşikâr olarak.
bilittifak:
ittifakla, beraberce, el
birliğiyle.
bilmüşahede:
görerek, bizzat şa-
hit olarak.
cihet:
yön.
cilve:
tecelli, görüntü.
delâlet:
delil olma, gösterme.
ebed:
sonsuzluk, daimîlik.
ehadiyet:
Allah’ın her bir şeyde
birliğinin tecelli etmesi, görünme-
si.
ezel:
başlangıcı olmayan geçmiş
zaman, öncesizlik.
faraza:
sözün gelişi, söz gelişi.
hacat:
hacetler, ihtiyaçlar.
Hâlık-ı Zîşan:
şan sahibi yaratıcı.
hitap:
söz söyleme, topluluğa ve-
ya birisine karşı konuşma.
ilham:
belli bilgi vasıtalarına baş-
vurmadan Allah tarafından insa-
nın kalbine veya zihnine indirilen
mana.
ilim:
bilme, bilgi.
ilmelyakin:
yakin ile bilme, bir
şeyi ilim ve delil ile kesin olarak
bilme, tanıma, kabul etme; aksi
mümkün olmayan açık, kesin ve
sağlam bilgi.
kabiliyet:
istidat, yetenek.
katre:
damla.
kudret:
güç, kuvvet, iktidar.
küllî:
umumî, genel.
mahsus:
bir şeye veya kişiye has
olan.
mâni:
meneden, engel olan.
mevcudat:
mevcutlar, var olan
her şey, mahlûklar.
misal:
benzer, örnek.
muhit:
ihata eden, kuşatıcı.
mükâleme:
konuşma.
müzahemet:
zahmet, sıkıntı ver-
me.
rahmet-i rububiyet:
mahlûkatını
terbiye ve idare eden Cenab-ı Al-
lah’ın rahmeti.
sadık:
doğru, gerçek, hakikî
olan.
sıfat:
vasıf, nitelik.
sual:
soru.
Sultan:
mutlak iktidar sahibi
olan; Allah.
şahadet:
şahit olma, şahitlik,
tanıklık.
şeffaf:
saydam.
şefkat-i ulûhiyet:
ilâh olma-
nın gereği olan şefkat; ilâhlık
şefkati.
Şems-i Ezelî:
ezelî güneş; var-
lığının başlangıcı olmayan ve
her şeyi nurlandıran Cenab-ı
Hak.
Şems-i Sermedî:
daimî, sürekli
olan güneş.
şua:
ışın, bir ışık kaynağından
uzanan ışık telleri.
şuur:
bir şeyin inceliklerini iyi-
ce idrak etme, anlayış.
tarz:
biçim, şekil, suret.
tecelli:
belirme, bilinme, gö-
rünme.
vacip:
zorunlu.
vahdet:
bir ve tek olma.
vaziyet:
durum.
vecih:
cihet, yön.
vücub-i vücut:
varlığı gerekli
olmak, olmaması imkânsız ol-
mak, varlığı zarurî ve vacip ol-
mak.
zarurî:
mecburî, zorunlu, ister
istemez.
zerre:
maddenin en küçük
parçası, molekül, atom.
ziya:
ışık, aydınlık, nur, par-
laklık.
Zülcelâl:
celâl sahibi, büyük-
lük, izzet, heybet ve azamet
sahibi Allah.
Zülcemal:
cemal, lütuf, rah-
met ve güzellik sahibi Allah.
AYETÜ’L-KÜBRA
| 214 |
Y
edinci
Ş
ua
Şualar
1...,204,205,206,207,208,209,210,211,212,213 215,216,217,218,219,220,221,222,223,224,...1581
Powered by FlippingBook