Ve madem bu kıymettarlık için küre-i zemin, zîhayatı mü-
temadiyen çoğaltmak için, her asır, her sene dolar, bo-
şalır. elbette ve her hâlde, bu muhteşem ve müzeyyen
olan semavatın dahi kendisine münasip ahalisi ve seke-
nesi, zîhayat ve zîruh ve zîşuurlardan vardır ki, huzur-i
Muhammedîde (
AsM
) sahabelere görünen Hazret-i Ceb-
rail’in (
As
) temessülü gibi, melâikeleri görmek ve onlarla
konuşmak hâdiseleri, tevatür suretinde eskiden beri nakil
ve rivayet ediliyor. öyle ise, keşke ben semavat ehli ile
dahi görüşseydim, onlar ne fikirde olduklarını bilseydim.
Çünkü, Hâlık-ı kâinat hakkında en mühim söz onların-
dır” diye düşünürken, birden semavî şöyle bir sesi işitti:
“Madem bizimle görüşmek ve dersimizi dinlemek ister-
sin; bil ki, başta Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Ves-
selâm ve kur’ân-ı Mu’cizülbeyan olarak bütün peygam-
berlere vasıtamızla gelen mesail-i imaniyeye en evvel biz
iman etmişiz. Hem insanlara temessül edip görünen ve
bizlerden olan bütün ervah-ı tayyibe, bilâistisna ve bilitti-
fak, bu kâinat Hâlık’ının vücub-i vücuduna ve vahdetine
ve sıfât-ı kudsiyesine şahadet edip birbirine muvafık ve
mutabık olarak ihbar etmişler. Bu hadsiz ihbaratın teva-
fuku ve tetabuku, güneş gibi sana bir rehberdir” dedikle-
rini bildi ve onun nur-i imanı parladı, zeminden göklere
çıktı.
İşte bu yolcunun melâikeden aldığı derse kısa bir işaret
olarak,
Birinci Makamın On Birinci Mertebesinde
,
ahali:
halk.
aleyhissalâtü vesselâm:
‘salât ve
selâm onun üzerine olsun’ anla-
mında Hz. Muhammed’e dua.
aleyhisselâm:
ona selâm olsun.
asır:
yüzyıl.
bilâistisna:
istisnasız, ayırt etmek-
sizin.
bilittifak:
ittifakla, beraberce, el
birliğiyle.
ehil:
bir yerde oturan.
elbette:
kesinlikle, mutlaka, şüp-
hesiz.
ervah-ı tayyibe:
iyi ruhlar.
evvel:
önce, ilk.
hâdise:
olay.
Hâlık:
yoktan yaratan, her şeyi
yoktan var eden, yaratıcı; Allah.
Hâlık-ı Kâinat:
kâinatın ve onun
içinde olan her şeyin yaratıcısı,
Allah.
Hazret-i Cebrail:
Dört büyük me-
lekten biri olup.
huzur-i Muhammedî:
Hz. Muham-
med'in (
ASM
) huzuru, yanı.
ihbar:
haber verme, bildirme, an-
latma, duyurma.
ihbarat:
ihbarlar, bildirmeler, ha-
ber vermeler.
Kur’ân-ı Mu’cizülbeyan:
açıkla-
malarıyla akılları benzerini yap-
maktan âciz bırakan Kur’ân-ı Ke-
rîm.
küre-i zemin:
yeryüzü, dünya.
letaif:
manevî duygular, güzel, hoş
ve ruhla ilgili hisler.
marifet:
bilme, ilim, daniş.
melâike:
melekler.
mesail-i imaniye:
imanî mesele-
ler.
mevcudat:
mevcutlar, var olan
her şey, mahlûklar, yaratılmış şey-
lerin tamamı, kâinat.
muhabbetullah:
Allah sevgisi, Ce-
nab-ı Hakka karşı duyulan sevgi.
muhteşem:
haşmetli, yüce.
musahhar:
boyun eğen, emir al-
tına giren.
mutabık:
uygun.
muvafık:
uygun, münasip.
mühim:
önemli, ehemmiyetli.
münasip:
uygun.
mütemadiyen:
sürekli olarak, de-
vamlı.
müzeyyen:
ziynetlendirilmiş, süs-
lü.
nakil:
anlatma, söyleme, hikâye
etme.
nur-i iman:
iman nuru, Allah’ın
varlığına, yaratıcılığına inanmada-
ki gönül, kalp ve fikir aydınlığı.
peygamber:
Allah tarafından
haber getirerek İlâhî emir ve
yasakları insanlara tebliğ eden
elçi, nebî.
rivayet:
bir haber, söz veya
olayı nakletme.
Sahabe:
Peygamberimiz Hz.
Muhammed’in mübarek yü-
zünü görmekle şereflenen ve
onun sohbetlerine katılan
mü’min kimse.
sekene:
sakin olanlar, ikamet
edenler, oturanlar.
semavat:
semalar, gökler.
semavî:
Allah tarafından olan,
İlâhî.
seyyah:
yolcu.
sıfât-ı kudsiye:
Allah’ın mu-
kaddes sıfatları.
suret:
biçim, tarz, görünüş.
şahadet:
şahit olma, şahitlik,
tanıklık.
temessül:
bir şekil ve surete
girme, cisimlenme.
terakki:
ilerleme, gelişme.
tetabuk:
birbirine uygun gel-
me, uyma.
tevafuk:
uyma, uygunluk, bir-
birine denk gelme.
tevatür:
içinde yalan ihtimali
bulunmayan ve birbirlerine
kuvvet veren haberlerden olu-
şan büyük bir topluluğa ait
haber.
vahdet:
bir ve tek olma.
vasıta:
aracı.
vücub-i vücut:
Allah'ın varlı-
ğının zorunlu oluşu, var olmak
için bir sebebe muhtaç olma-
ması.
zemin:
yeryüzü.
zîhayat:
hayat sahibi.
zîruh:
ruh sahibi, ruhlu, canlı,
hayattar.
zîşuur:
şuurlu, şuur sahibi.
AYETÜ’L-KÜBRA
| 206 |
Y
edinci
Ş
ua
Şualar