hücumuna mukavemet ettirecek gayet kuvvetli bir iman-ı
tahkikî lâzımdır ki dayanabilsin. risale-i nur, bu vazifeyi
en dehşetli bir zamanda ve en lüzumlu nazik bir vakitte,
herkesin anlayacağı bir tarzda, hakaik-ı kur’âniye ve ima-
niyenin en derin ve en gizlilerini gayet kuvvetli bürhanlar
ile ispat ederek, o iman-ı tahkikîyi taşıyan halis ve sadık
şakirtleri dahi, bulundukları kasaba ve karye ve şehirler-
de, hizmet-i imaniye itibarıyla âdeta birer gizli kutup gibi,
mü’minlerin manevî birer nokta-i istinadı olarak, bilinme-
dikleri ve görünmedikleri ve görüşülmedikleri hâlde, kuv-
ve-i maneviye-i itikatları cesur birer zabit gibi, kuvve-i ma-
neviyeyi ehl-i imanın kalblerine verip mü’minlere manen
mukavemet ve cesaret veriyorlar…
Eğerbirmuannittarafındandenilse
: “Hazret-i
İmam-ı Ali radıyallahü Anh, bu umum mecazî manaları
irade etmemiş.”
Bi z deder i z k i
: Faraza Hazret-i İmam-ı Ali radıyal-
lahü Anh irade etmezse, fakat kelâmı delâlet eder ve
karinelerin kuvvetiyle, işarî ve zımnî delâletle manaları
içine dahil eder. Hem madem o mecazî mana ve işarî
mefhumlar haktır, doğrudur ve vakıa mutabıktır ve bu il-
tifata lâyıktır ve karineleri kuvvetlidir; elbette Hazret-i
İmam-ı Ali radıyallahü Anhın, böyle bütün işarî manala-
rı irade edecek külli bir teveccühü faraza bulunmazsa; Cel-
celûtiye vahiy olmak cihetiyle hakikî sahibi Hazret-i
İmam-ı Ali radıyallahü Anhın üstadı olan peygamber-i
zîşan Aleyhissalâtü Vesselâmın külli teveccühü ve
kelâm:
söz.
kutup:
Allah’ın iradesini temsil
ettiğine inanılan, Allah dostlarının
(velîlerin) en büyüğü, hakikat-i
Muhammedî‘ye eren, kavuşan
kimse.
kuvve-i maneviye:
manevî güç,
moral.
kuvve-i maneviye-i itikat:
ma-
nevî kuvvet inancı, imandan ge-
len manevî moral gücü.
külli:
büyük, çok miktarda.
lâyık:
uygun, yakışır, münasip.
lâzım:
gerekli, lüzumlu.
lüzum:
lâzım olma hâli.
mana:
anlam.
manen:
mana bakımından, ma-
naca.
manevî:
manaya ait, mana yö-
nünden.
mecazî:
kelimenin kendisi için
konduğu gerçek anlamının dışın-
da, mecaz anlam.
mefhum:
bir sözün ifade ettiği
mana.
muannit:
inatçı, ayak direyen.
mukavemet:
karşı koyma, da-
yanma, direnme.
mutabık:
uygun.
mü’min:
iman eden, inanan,
Müslüman.
nazik:
narin, ince.
nokta-i istinat:
dayanak noktası.
Peygamber-i Zîşan:
şanlı pey-
gamber, Hz. Muhammed.
radıyallahü anh:
“Allah ondan
razı olsun” anlamı.
sadık:
doğru, gerçek, içten olan.
şakirt:
talebe, öğrenci.
teveccüh:
yönelme, yöneliş.
umum:
genel.
üstat:
öğretici; muallim, öğret-
men, usta.
vahiy:
bir emrin Allah (c.c.) tara-
fından peygamberlere bildirilme-
si.
vakıa:
olay.
vazife:
görev.
zabit:
subay.
zımnî:
üstü kapalı, örtülü.
âdeta:
sanki, hemen hemen.
aleyhissalâtü vesselâm:
“sa-
lât ve selâm onun üzerine ol-
sun,” anlamında.
bürhan:
delil.
Celcelûtiye:
Peygamberimi-
zin derslerine dayanarak, Hz.
Ali tarafından yazılan Süryanî-
ce bir kaside.
cesaret:
cesurluk.
cihet:
yön, taraf.
dahil:
içeri, içinde olarak.
delâlet:
alâmet, delil olma,
gösterme.
ehl-i iman:
inananlar, iman
sahipleri.
faraza:
diyelim ki, sayalım ki,
ola ki.
gayet:
son derece.
hak:
doğru.
hakaik-ı kur’âniye:
Kur’ân
ait olan ve ondan gelen ger-
çekler.
hakikî:
gerçek.
halis:
samimi, saf ve temiz.
hizmet-i imaniye:
iman ve
Kur’ân hakikatlerinin ikna
edici ve ilmi delillerle anlaşıl-
masına hizmet etme.
iltifat:
birine özel ilgi göster-
me, beğenme.
iman:
inanmak.
iman-ı tahkiki:
şuurlu ve ger-
çek iman.
irade:
dileme, istek.
ispat etmek:
doğrulamak.
işarî:
işaretle ilgili, işaretle
olan, bir kelimenin açık ma-
nasına bağlı olarak ikinci ve
üçüncü derece de işaret yolu
ile belirtilen.
karine:
anlaşılması zor olan
hususun hak ve hakikatine
dair cüz’î delil olan şey.
karye:
köy, mahalle.
Mektubat | 791 |
i
şaraT
-
ı
g
aYBiYe