şükrolsun ki, kendimi kendime beğendirmemiş. nefsimin
ayıplarını ve kusurlarını bana göstermiş. Ve o nefs-i em-
mareyi başkalara beğendirmek arzusu kalmamış. kabir
kapısında bekleyen bir adam, arkasındaki fânî dünyaya
riyakârâne bakması, acınacak bir hamakattır ve dehşetli
bir hasarettir. İşte bu hâlet-i ruhiye ile, yalnız hakaik-ı ima-
niyenin tercümanı olan risale-i nur’un doğru ve hak ol-
duğuna lâtif bir münasebet söyleyeceğim. Şöyle ki:
Celcelûtiye
, süryanîce “bedî” demektir ve
bedî
mana-
sındadır. İbareleri bedî olan risale-i nur,
Celcelûtiye
’de
mühim bir mevki tutup ekser yerlerinde tereşşuhatı gö-
ründüğünden, kasidenin ismi ona bakıyor gibi verilmiş.
Hem şimdi anlıyorum ki, eskiden beri benim liyakatim ol-
madığı hâlde bana verilen “Bediüzzaman” lâkabı benim
değildi, belki risale-i nur’un manevî bir ismi idi. zahir bir
tercümanına ariyeten ve emaneten takılmış. Şimdi o
emanet isim, hakikî sahibine iade edilmiş. demek, sür-
yanîce
bedî
manasında ve kasidede tekerrürüne binaen
kasideye verilen
Celcelûtiye
ismi, işarî bir tarzda, bid’at
zamanında çıkan “bediülbeyan” ve “bediüzzaman” olan
risale-i nur’un hem ibare, hem mana, hem isim nokta-
larıyla bedîliğine münasebettarlığı ihsas etmesine ve bu
isim bir parça ona da bakmasına ve bu ismin müsemma-
sında risale-i nur çok yer işgal ettiği için hak kazanmış
olmasına tahmin ediyorum.
(1)
Én
f r
CÉn
£r
Nn
G r
hn
G BÉn
æ«°/
ùn
f r
¿p
G B Én
fr
òp
NGn
D
ƒo
J n
’ Én
æs
`Hn
Q
iade:
geri gönderme, geri çevir-
me.
ibare:
cümle, paragraf.
ihsas:
hissettirme, sezdirme.
işarî:
işaretle olan, bir kelimenin
açık manasına bağlı olarak ikinci
ve üçüncü derece de işaret yolu
ile belirtilen.
işgal:
meşgul etme.
kaside:
belli bir amaçla yazılmış
divan şiiri ve bu şiirin nazım şek-
li, manzum eser, övgü şiiri.
kusur:
eksiklik, noksan.
lâkap:
takılan ad, takma ad.
lâtif:
yumuşak, hoş, güzel, nazik.
liyakat:
lâyık olma.
mana:
anlam.
manevî:
maddî olmayan, ruha ve
içe ait olan, manaya ait.
mevki:
yer, mekân.
mühim:
önemli.
münasebet:
uygunluk.
münasebettar:
ilgili, alâkalı.
müsemma:
isimlendirilen, ad ve-
rilmiş.
nefis:
kendisi, nefsi.
nefs-i emmare:
insanı daima kö-
tülüğe, yasak zevk ve isteklere
teşvik eden duygu.
Rab:
besleyen, yetiştiren, verdiği
nimetlerle mahlûkatı ıslah ve ter-
biye eden Allah.
riyakârâne:
gösteriş yaparcasına
Süryanî:
eski Suriye halkından,
çoğunluğu Hristiyanlardan olan
millet.
Süryanîce:
eski Suriye halkından,
Samîlerin Aramî kolundan olup,
çoğunlukla Hristiyan olan milletin
diliyle.
şükür:
nimet ve iyiliğin sahibini
tanıma ve ona karşı minnet duy-
ma.
tahmin:
önceden kestirilen, dü-
şünülen şey.
tekerrür:
tekrarlanma.
tercüman:
tercüme eden; açıkla-
yan, yorumlayan.
tereşşuhat:
damlamalar, sızıntı-
lar.
zahir:
görünen, görünücü.
Mektubat | 789 |
i
şaraT
-
ı
g
aYBiYe
1.
Ey Rabbimiz! Unutur veya hataya düşer de bir kusur işlersek, bizi ondan dolayı hesaba çek-
me. (Bakara Suresi: 286.)
ariyeten:
emaneten, ödünç.
bedî:
eşsiz güzel.
bediülbeyan:
açıklamaların-
daki görülmedik eşsiz güzel-
lik.
bediüzzaman:
zamanın, ça-
ğın eşsiz güzelliği, en mü-
kemmeli.
bid’at zamanı:
sonradan tü-
reyen, sünnete aykırı olan
âdetlerin yaygın olduğu za-
man.
binaen:
-den dolayı, -den
ötürü,
Celcelûtiye:
Peygamberimi-
zin derslerine dayanarak, Hz.
Ali tarafından yazılan Süryanî-
ce bir kaside.
ekser:
pek çok, daha çok.
emanet:
emniyet edilen kim-
seye bırakılan şey.
emaneten:
emanet olarak.
fânî:
geçici, ölümlü.
hak:
doğru, gerçek.
hakaik-ı imaniye:
iman haki-
katleri.
hakikî:
gerçek.
hâlet-i ruhiye:
insanın mane-
vî hâli, iç durumu.
hamakat:
ahmaklık, beyin-
sizlik, budalalık.
hasaret:
zarar, ziyan.
hata:
yanlış, yanlışlık.