demek, ihata olunan şeyin Hâlık’ı kim ise, ihata eden
dahi, bizzarure, o Hâlık’ın kabza-i tasarrufunda olmak za-
rureti vardır; tâ ki, ihata edenin küçük misali, onun ilmi-
nin desatiriyle o ihata olunanlarda derç edilsin ve onun
hikmetiyle süzülüp hulâsası çıkarılsın. İşte cüz’iyatta şunu
gösteren kudrete, külliyatta dahi bunu göstermek ağır gel-
mez.
Hem nasıl ki cevahir-i fert üzerine esîr zerratıyla bir
kur’ân-ı hikmet yazmak, semavat sayfaları üzerine yıldız-
lar ve güneşler mürekkebiyle bir kur’ân-ı azîm yazmak-
tan cezalet itibarıyla daha aşağı değildir; öyle de, bir arı
veya karınca, hilkatçe ağaçtan veya filden aşağı olmadığı
gibi, bir çiçek dahi sanatça bir yıldızdan aşağı değildir. Ve
hakeza, kıyas et.
Hem icad-ı eşyada görülen kemal-i sühulet, nasıl ehl-i
dalâleti, aklın reddettiği ve hatta vehmin dahi ondan kaç-
tığı muhalât ve hurafeleri istilzam eden bir iltibasla, teşkili
teşekkül zannetmelerine sebep olmuşsa, ehl-i hak ve ha-
kikat nazarında da zerrat ve seyyaratın müsavi şekilde Hâ-
lık-ı kâinat’ın kudretine nispet edilmesi icap ettiğini kat’î
ve zarurî bir şekilde ispat etmiştir.
onun celâli pek yüce, şanı pek büyüktür ve ondan baş-
ka ilâh yoktur.
Lem’aLar | 767 |
Y
irmi
d
okuzuncu
l
em
’
a
sini öteki zannetme.
ispat:
doğruyu delil göstererek
meydana koyma.
istilzam:
gerektirme.
itibarıyla:
bakımından, -sayılmak
üzere.
kabza-i tasarruf:
idare eli, yöne-
timi altında.
kat’î:
kesin, şüphesiz.
kemal-i sühulet:
tam bir kolay-
lık.
kıyas:
karşılaştırma, oranlama.
kudret:
güç, kuvvet.
Kur’ân-ı azîm:
yüce Kur’ân.
Kur’ân-ı hikmet:
hikmetli Kur’ân,
faydalarla dolu olan ve muhatap-
larının ihtiyaçlarına göre faydalı
sözler söyleyen Kur’ân-ı Kerîm.
külliyat:
bir şeyin tamamı, geneli,
hepsi.
misal:
örnek, numune.
muhalât:
olması mümkün olma-
yanlar.
mürekkep:
birleşmiş, birleşik.
müsavi:
eşit, denk.
nispet:
oran, ölçü.
red:
reddetme, kabul etmeme.
sanat:
bir şeyi yapmada gösterilen
ustalık, beceri, bilgi.
semavat:
semalar, gökler.
seyyarat:
gezegenler.
şan:
şan, şöhret, ün.
teşekkül:
meydana gelme, şekil-
lenme.
teşkil:
şekillendirme, oluşturma,
şekil verme.
vehim:
zan, şüphe.
zan:
zannetme, sanma.
zaruret:
çaresizlik, zorunluluk.
zarurî:
zorunlu, ister istemez.
zerrat:
zerreler, moleküller, atom-
lar.
akıl:
idrak, bilip anlama, fehim,
kavrayış, zekâ.
bizzarure:
zarurî olarak, ister
istemez.
celâl:
nihayet derecede bü-
yüklük, azamet, ululuk.
cevahir-i fert:
atomlar, zerre-
ler.
cezalet:
tutuk olmayan, akıcı
ve güzel ifade, düzgün söz.
cüz’iyat:
tekler, bireyler, ufak
tefek şeyler.
derç etme:
yerleştirme,
sokma, arasına sıkıştırma.
desatir:
düsturlar, kanunlar,
prensipler.
ehl-i dalâlet:
dalâlet ehli; yol-
dan çıkanlar.
ehl-i hak:
hak ehli, iman, İslâ-
miyet ve hak yolunda olan.
esîr:
atomdan küçük olup kâi-
nattaki boşlukları dolduran
minicik madde, uzayı doldu-
ran ve yıldızların tarlası olan
lâtif varlık.
hakeza:
bunun gibi, böylece.
Hâlık:
her şeyi yoktan var
eden, yaratıcı; Allah.
Hâlık-ı Kâinat:
kâinatı, evreni
yaratan, yaratıcı.
hikmet:
yaratılıştaki İlâhî
gaye, fayda.
hilkat:
yaratılma, yaratılış.
hulâsa:
bir şeyin özü, özeti.
hurafe:
dinin aslına uymayan,
akıl dışı düzmece.
icad-ı eşya:
eşyanın vücuda
getirilmesi.
ihata:
sarma, kuşatma.
ilâh:
tanrı, kendisine ibadet
edilen eşsiz varlık, gerçek
ma’bud, Allah.
ilim:
bilim, biliş, bilgi.
iltibas:
birbirine benzeyen
şeyleri şaşırıp karıştırma, biri-