cihazatını ve binler faydaları bulunan istidadatını akıbet-
siz bir ölümle faydasız, neticesiz, hikmetsiz bütün bütün
israf etmek ne derece hilâf-ı hikmet; ve binler vaîd ve
ahitlerini yerine getirmemekle –hâşâ– aczini ve cehlini
göstermek, ne kadar o haşmet-i saltanata ve o kemal-i
rububiyete zıttır, her zîşuur anlar.” Bunlara kıyasen ina-
yet ve adaleti tatbik eyle.
İşte, Hâlık’ımızdan sorduğumuz ahirete dair sualimize
Rahman
ve
Hakîm
ve
Âdil
ve
Kerîm
ve
Hâkim
isimleri
mezkûr hakikatle cevap veriyorlar; şeksiz, şüphesiz, gü-
neş gibi, ahireti ispat ediyorlar.
Hem madem biz gözümüzle görüyoruz: öyle ihatalı
ve azametli bir hafîziyet hükmeder ki, zîhayat her şeyin
ve her hâdisenin çok suretlerini ve gördüğü fıtrî vazifesi-
nin defterini ve esma-i İlâhîye karşı lisan-ı hâl ile tesbiha-
tına dair sahife-i a’malini misalî levhalarda ve çekirdekle-
rinde ve tohumcuklarında ve
Levh-i Mahfuz’
un numune-
cikleri olan kuva-i hafızalarında ve bilhassa insanın di-
mağındaki pek büyük ve pek küçük kütüphanesi olan
kuvve-i hafızasında ve sair maddî ve manevî in’ikâs
âyinelerinde kaydeder, yazdırır, zaptederek muhafaza
altına alır. sonra mevsimi geldikçe bütün o manevî
yazıları maddî bir tarzda da gözümüze gösterip milyon-
larla misaller ve deliller ve numuneler kuvvetiyle,
(1)
r
än
ôp
°ûo
f o
?o
ë°t
üdG Gn
Pp
Gn
h
ayetindeki en acip bir hakikat-i
haşriyeyi, kudretin bir çiçeği olan her bahar, kendi çiçek-i
ekberinde milyarlar dil ile kâinata ilân eder. Ve başta
nev-i insan olarak bütün zîhayatlar ve bütün eşya,
yedinCi mesele
| 56 |
M
eYve
R
isalesi
AsA-yı MûsA
.
acip:
tuhaf, hayerette bırakan.
Âdil:
adaletli olan, doğruluk göste-
ren.
aht:
söz verme.
akıbet:
sonuç, netice.
âyine:
ayna.
bilhassa:
özellikle.
cehil:
cahillik, bilgisizlik.
çiçek-i ekber:
en büyük çiçek.
dair:
alakalı, ilgili.
delil:
bir davayı ispata yarayan
şey, burhan.
dil:
istek, niyet.
esma-i İlâhî:
Allah’ın isimleri.
fıtrî:
tabiî, yaratılıştaki, doğuştan.
hâdise:
olay.
hafîziyet:
Cenab-ı Hakk’ın her
mahlûkun başına gelecek vaziyet-
leri ve başından geçenleri muhafa-
za etme sıfatı.
hakikat:
gerçek, esas.
hakikat-ı haşriye:
diriliş gerçeği,
haşir hakikatı.
Hakîm:
her şeyi bir maksatla uy-
gun ve hikmetle yaratan.
Hâlık:
yoktan yaratan, her şeyi
yoktan var eden, yaratıcı; Allah.
hâşâ:
asla, katiyen, öyle değil.
haşmet-i saltanat:
saltanatının
haşmeti, ihtişamı, göz kamaştıran
güzelliği.
hilâf-ı hikmet:
hikmete zıt.
hükmetme:
hakim olma, işleme.
ihatalı:
kuşatıcı.
in’ikâs:
aksetme, yansıma.
israf:
gereksiz yere harcama, ihti-
yaçtan fazlasını harcama.
istidadat:
istidatlar, kabiliyetler,
yetenekler.
kabir:
mezar.
kemal-i rububiyet:
Rububiyetin
mükemmeliği, Cenab-ı Allah’ın
mahlûkunu terbiye edip besleme
ve gözeticilik vasfının mükemmel-
liği.
Kerîm:
yarattıklarına karşılık bek-
lemeden bağışta bulunan, kulları-
na nimetler ihsan eden, günahları
örten, günah işleyeni affeden.
kıyasen:
kıyas ederek.
kudret:
güç, kuvvet, iktidar.
kuva-i hafıza:
hafıza gücü, hafıza
kabiliyeti.
kuvve-i hafıza:
hafıza gücü.
kuvvet:
güç, kudret.
levha:
manzara, görünüş.
Levh-i Mahfuz:
Allah’ın ezelî il-
miyle kâinatta olmuş ve olacak
şeylerin yazılı olduğu levha.
lisan-ı hâl:
hâl dili, bir şeyin duru-
şu ve görünüşü ile bir mana ifade
etmesi.
maddî:
madde ile alakalı, cismanî.
manevî:
manaya ait, maddî olma-
1.
Amel defterleri açıldığında (Tekvir Suresi: 10.)
yan.
mezkûr:
zikredilen, adı geçen,
anılan.
misalî:
misallik, örneklik.
nev’i insan:
insan türü, insa-
noğlu.
numune:
örnek.
Rahman:
sonsuz merhamet
sahibi ve şefkatle bütün var-
lıkları rızıklandıran Allah.
Rum:
Kur’ân-ı Kerîm’in 90. su-
resi. Mekke’de (17. ayeti Medi-
ne’de) nazil olmuştur.
sahife-i a’mal:
amellerin say-
fası; yapılan işlerin yazılmış ol-
duğu sayfa.
sair:
diğer, başka, öteki.
sual:
soru.
suret:
biçim, tarz, görünüş.
şek:
şüphe, zan, tereddüt.
tarz:
biçim, şekil, suret.
tatbik:
yerine getirme, uygu-
lama.
tesbihat:
tesbihler, Cenab-ı
Hakkın bütün noksan sıfatlar-
dan uzak ve bütün kemal sı-
fatlara sahip olduğunu ifade
eden sözler.
vait:
iyliğe sevk ve kötülükten
kurtarmak için ileride olacak
kesin hadiseleri haber vererek
korkutmak.
zîşuur:
şuurlu, şuur sahibi.