kâinat üstünde, dünyanın yüzünde öyle bir perde açtı ve
ışıklandırdı ki, bu ezelî nutuk ve bu sermedî ferman, asır-
lar sıralarında dizilen zîşuurlara ders verip gösteriyor ki;
bu kâinat, bir cami-i kebir hükmünde başta semavat ve
arz olarak umum mahlûkatı hayattarâne zikir ve tesbih-
te ve vazife başında cûşuhuruşla mes’udâne ve memnu-
nâne bir vaziyette bulunduruyor, diye müşahede etti. Ve
bu ayetin derece-i belâgatini zevk ederek, sair ayetleri
buna kıyasla, kur’ân’ın zemzeme-i belâgati arzın nısfını
ve nev-i beşerin humsunu istilâ ederek, haşmet-i saltana-
tı kemal-i ihtiramla on dört asır bilâfasıla idame ettiğinin
binler hikmetlerinden bir hikmetini anladı.
•
Dördüncü Nokta
: kur’ân öyle hakikatli bir halâvet
göstermiş ki, en tatlı bir şeyden dahi usandıran çok tek-
rar, kur’ân’ı tilâvet edenler için değil usandırmak, belki
kalbi çürümemiş ve zevki bozulmamış adamlara tekrar-ı
tilâveti halâvetini ziyadeleştirdiği, eski zamandan beri
herkesçe müsellem olup, darbımesel hükmüne geçmiş.
Hem, öyle bir tazelik ve gençlik ve şebabet ve garabet
göstermiş ki, on dört asır yaşadığı ve herkesin eline ko-
layca girdiği hâlde, şimdi nazil olmuş gibi tazeliğini mu-
hafaza ediyor. Her asır, kendine hitap ediyor gibi bir
gençlikte görmüş; her taife-i ilmiye ondan her vakit isti-
fade etmek için kesretle ve mebzuliyetle yanlarında bu-
lundurdukları ve üslûb-i ifadesine ittiba ve iktida ettikleri
hâlde, o üslûbundaki ve tarz-ı beyanındaki garabetini ay-
nen muhafaza ediyor.
AsA-yı MûsA
B
iRinci
H
üccet
-
i
i
ManiYe
| 201 |
7. Şua / ayeTÜ’l-kÜBra
kıyas:
karşılaştırma, oranlama.
lisan:
dil.
mahlûkat:
Allah tarafından yaratı-
lanlar.
mebzuliyet:
ucuzluk, bolluk, çok-
luk.
memnunâne:
memnun bir şekil-
de, memnun kalarak.
mes'udâne:
mutlu bir şekilde, sa-
adet içerisinde.
muhafaza:
koruma.
müsellem:
doğruluğu, gerçekliği
herkes tarafından kabul edilen.
müşahede:
bir şeyi gözle görme,
seyretme.
nazil:
nüzul eden, inen.
nev-i beşer:
insanoğlu, insanlar.
nısf:
yarım, yarı.
nutuk:
söz, konuşma, hitap.
sair:
diğer, başka, öteki.
semavat:
semalar, gökler.
sermedî:
ebedî, daimî, sürekli.
şebabet:
gençlik.
taife-i ilmiye:
ilim taifesi, ilim tah-
sil edenlerin meydana getirdiği
topluluk.
tarz-ı beyan:
açıklama ve söyle-
me şekli.
tekrar-ı tilâvet:
okunanın tekrar-
lanması.
tesbih:
Allah’ı bütün kusur ve
noksan sıfatlardan uzak tutma,
Cenab-ı Hakk’ı şanına layık ifade-
lerle anma.
tilâvet:
Kur’ân’ı usulüne uygun
olarak, güzel sesle ve anlamını dü-
şünerek okuma.
üslûb-i ifade:
ifade tarzı, ifade bi-
çimi.
üslûp:
ifade yolu, kendine has ifa-
de veya yazı tarzı.
vaziyet:
durum.
zemzeme-i belâgat:
belâgat zem-
zemesi, maksada uygun, öz ve kı-
sa söz söylemekten kaynaklanan
nağme, hoş ses.
zikir:
Allah’ın adlarını anarak dua
etme, Allah’ı anma.
zîşuur:
şuurlu, şuur sahibi.
ziyade:
Artma, çoğalma
arz:
yer, dünya.
bilâfasıla:
fasılasız, aralıksız,
durmadan.
cami-i kebir:
büyük cami.
cûşuhurûş:
coşup taşma, kay-
nayıp taşma, neşe ve ahenk.
darbımesel:
atasözü, vecize.
derece-i belâgat:
belâgat de-
recesi.
ezelî:
ezel ile ilgili, öncesiz,
başlangıçsız.
ferman:
emir, buyruk.
garabet:
hayret vericilik, ga-
riplik, tuhaflık.
hakikat:
gerçek, esas.
halâvet:
tatlılık, şirinlik.
haşmet-i saltanat:
saltanatı-
nın haşmeti, ihtişamı, göz ka-
maştıran güzelliği.
hayattarâne:
canlı bir şekilde,
hayat sahibi olarak.
hikmet:
İlahî gaye, gizli sebep.
hitap:
birine söz söyleme, sö-
zü biri üzerine çevirme.
hums:
beşte bir.
hükmünde:
değerinde, yerin-
de.
idame:
devam ettirme, sür-
dürme.
iktida:
tabi olma, uyma.
istifade:
faydalanma, yarar-
lanma.
istilâ:
kaplama, yayılma.
ittiba:
tabi olma, uyma, itaat
etme.
kâinat:
yaratılmış olan şeyle-
rin tamamı, bütün âlemler,
varlıklar.
kemal-i ihtiram:
saygı ve hür-
metin son derecesi, tam ve
mükemmel hürmet görme.
kesret:
çokluk.