p
ás
jp
ƒr
?o
Yn
h /
¬p
Jn
’Én
ªn
c p
In
ôr
ã`n
cn
h /
¬p
æj/
O p
án
©°r
So
h p
án
ªr
°ûp
Mn
h /
¬p
f'
Gr
ôo
b p
án
æ`n
£r
?n
°S p
án
ªn
¶n
©p
H
p
ä'
Ép
e p
Is
ƒo
?p
H n
øn
gr
ôn
Hn
h n
óp
¡n
°T Gn
òn
cn
h @ /
¬p
FBG n
ór
Yn
G p
?j/
ó°r
ün
àp
H »s
à`n
M /
¬p
bn
Ór
Nn
G
p
±n
’'
G p
Is
ƒo
?p
Hn
h p
án
bs
ón
°üo
Ÿr
G p
án
bu
ó°n
üo
Ÿr
G p
äGn
ôp
gÉn
Ñr
dG p
äGn
ôp
gÉs
¶dG p
äGn
õp
ér
©o
Ÿr
G
p
¥Én
Øu
JÉp
Hn
h p
QGn
ƒr
fn
’r
G ip
hn
P /
¬p
d'
G p
´Én
ªr
Lp
Ép
H p
án
©p
WÉn
?r
dG p
án
©p
WÉ°s
ùdG p
¬p
æj/
O p
?p
FBÉn
?n
M
p
Ú/
gGn
ôn
Ñr
dG ip
hn
P /
¬p
às
eo
G ?/
?u
?n
ëo
e p
?o
aGn
ƒn
àp
Hn
h p
QÉn
°ür
Hn
’r
G ip
hn
P /
¬p
HÉn
ër
°Un
G
(1)
@ p
In
QGs
ƒs
ædGp
ôp
FBÉ°n
ün
Ñr
dGn
h
denilmiştir.
sonra, bu dünyada hayatın gayesi ve hayatın hayatı
iman olduğunu bilen bu yorulmaz ve tok olmaz yolcu,
kendi kalbine dedi ki: “Aradığımız zatın sözü ve kelâmı
denilen, bu dünyada en meşhur ve en parlak ve en hâ-
kim ve ona teslim olmayan herkese, her asırda meydan
okuyan kur’ân-ı Mu’cizülbeyan namındaki kitaba müra-
caat edip, o ne diyor bilelim. Fakat, en evvel, bu kitap
bizim Hâlık’ımızın kitabı olduğunu ispat etmek lâzımdır”
diye taharriye başladı.
Bu seyyah, bu zamanda bulunduğu münasebetiyle, en
evvel manevî i’caz-ı kur’âniyenin lem’aları olan risale-i
nur’a baktı ve onun yüz otuz risaleleri, âyât-ı Furkaniye-
nin nükteleri ve ışıkları ve esaslı tefsirleri olduğunu gör-
dü. Ve risale-i nur, bu kadar muannit ve mülhit bir asır-
da her tarafa hakaik-ı kur’âniyeyi mücahidâne neşretti-
ği hâlde, karşısına kimse çıkamadığından ispat eder ki;
onun üstadı ve menbaı ve mercii ve güneşi olan kur’ân,
AsA-yı MûsA
B
iRinci
H
üccet
-
i
i
ManiYe
| 197 |
7. Şua / ayeTÜ’l-kÜBra
ispat:
doğruyu delillerle gösterme.
kelâm:
söz, konuşma, nutuk.
Kur’ân:
Allah tarafından vahiy yo-
luyla Hz. Muhammed’e indirilmiş,
semavî kitapların sonuncusu.
Kur’ân-ı Mu’cizülbeyan:
açıkla-
malarıyla akılları benzerini yap-
maktan aciz bırakan Kur’ân-ı Ke-
rîm.
lem’a:
parıltı.
manevî:
manaya ait, maddî olma-
yan.
menba:
kaynak.
merci:
dönülecek, sığınılacak yer.
meşhur:
şöhretli, herkesin bildiği,
yaygınlık kazanmış.
muannit:
inatçı, ayak direyen.
mücahidâne:
mücahitçe, cihat
ederek, gayret göstererek.
mülhit:
İslam dininden ayrılan, Al-
lah’ı inkar eden, dinsiz, imansız.
münasebet:
vesile, rabıta, bağ.
müracaat:
başvurma, danışma.
neşretme:
dağıtma, yayma, saç-
ma.
nükte:
ince manalı, düşündürücü
söz.
Risale-i Nur:
Nur Risalesi, Bediüz-
zaman Said Nursî’nin eserlerinin
adı.
seyyah:
gezgin, gezici.
taharri:
arama, araştırma, incele-
me, tahkik etme.
tefsir:
Kur’ân’ın mana bakımından
izahı, Kur’ân’ın şerhi.
teslim:
karşısındakinin hükmü al-
tına girme, boyun eğme, rıza gös-
terme
ayat-ı Furkaniye:
hak ile batılı
ayıran Kur’ân ayetleri.
evvel:
önce, ilk.
gaye:
maksat, hedef.
hakaik-ı Kur’âniye:
Kur’ân ait
olan ve ondan gelen gerçekler.
hâkim:
herşeye hükmeden ve
her bir şeyi hükmü altında tu-
tan.
Hâlık:
yoktan yaratan, her şe-
yi yoktan var eden, yaratıcı;
Allah.
î’caz-ı Kur’âniye:
Kur’ân’ın
mucizeliği, Kur’ân’ın yüksek ve
erişilmez ifadesi.
1.
Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur. O öyle bir Vacibü’l-Vücud ve Vahidü’l-Ehad’dir ki, Salta-
nat-ı Kur’ân’ının azameti ve vüs'at-i dininin haşmeti ve kemalâtının çokluğu ile ve hatta
düşmanlarının dahi tasdik ettikleri ahlâkının yüceliği ile Fahr-i Âlem ve Şeref-i Nev-i Benîâ-
dem (
ASM
) Onun vücub-i vücuduna ve vahdetine delâlet eder. Ve keza, apaçık görünen mu-
saddık ve musaddak mu’cizelerinin kuvveti, keskin nazar sahibi Ashabının ittifakı, bürhan
ve basîret sahibi nuranî muhakkikîn-i ümmetinin tevafuku ve dininin kat’î ve parlak bin-
ler hakikatlerinin kuvvetiyle, o Zat (
ASM
) Allah’ın vücub-i vücuduna ve vahdetine şahadet
edip ispat eder.