vücuda gelir. Ve o vefat ve hudus o kadar muntazam ce-
reyan ediyor ve o vefat ve hudusta gayet intizam ve mi-
zanla o kadar nevilerin vefiyatları ve hudusları oluyor ki,
güya dünya öyle bir misafirhanedir ki, zîhayat kâinatlar
ona misafir olurlar ve seyyah âlemler ve seyyar dünyalar
ona gelirler, vazifelerini görürler, giderler.
İşte, bu dünyada böyle hayattar dünyaları ve vazifedar
kâinatları kemal-i ilim ve hikmet ve mizanla ve muvaze-
ne ve intizam ve nizamla ihdas ve icat edip, rabbanî
maksatlarda ve İlâhî gayelerde ve rahmanî hizmetlerde
kadîrâne istimal ve rahîmâne istihdam eden bir zat-ı zül-
celâl’in vücub-i vücudu ve hadsiz kudreti ve nihayetsiz
hikmeti, bilbedahe, güneş gibi akıllara görünüyor. Hudus
mesailini risale-i nur’a ve muhakkikîn-i kelâmiyenin ki-
taplarına havale ile o bahsi kapıyoruz.
Amma, imkân ciheti ise, o da kâinatı istilâ ve ihata et-
miş. Çünkü, görüyoruz ki, her şey küllî ve cüz’î bulunsun,
büyük ve küçük olsun, arştan ferşe, zerrattan seyyarata
kadar her mevcut, mahsus bir zat ve muayyen bir suret
ve mümtaz bir şahsiyet ve has sıfatlar ve hikmetli keyfi-
yetler ve maslahatlı cihazlar ile dünyaya gönderiliyor. Hâl-
buki, o mahsus zata ve o mahiyete hadsiz imkânat içinde
o hususiyeti vermek; hem, suretler adedince imkânlar ve
ihtimaller içinde o nakışlı ve farikalı ve münasip o
muayyen sureti giydirmek; hem, hemcinsinden olan
eşhasın miktarınca imkânlar içinde çalkanan o mevcuda
o lâyık şahsiyeti imtiyazla tahsis etmek; hem, sıfatların
nevileri ve mertebeleri sayısınca imkânlar ve
âlem:
varlık sınıflarından her biri.
arş:
göğün en yüksek katı.
bahis:
konu.
bilbedahe:
açıktan, aşikâr olarak.
cereyan:
akış, akıntı.
cihaz:
aza, organ.
cüz’î:
küçük, az.
eşhas:
şahıslar, kimseler.
farika:
fark eden, ayrı.
ferş:
yeryüzü, zemin, dünya.
gaye:
maksat, hedef.
gayet:
son derece.
güya:
sanki.
havale:
bir şeyi başkasının üstüne
bırakma.
hayattar:
canlı, yaşayan.
hemcins:
aynı cinsten olan, bir
cins.
hikmet:
İlahî gaye, gizli sebep.
hususiyet:
hususîlik, ayırıcı özellik.
icat:
vücuda getirme, yoktan var
etme.
ihata:
kuşatma, içine alma.
ihdas:
yeniden bir şey yapma, or-
taya koyma.
ihtimal:
olabilirlik.
İlâhî:
Allah’la ilgili, Cenab-ı Hakka
dair.
imkânat:
imkânları olabilirlilikler,
olması ve olmaması ihtimal dahi-
linde olanlar.
imtiyaz:
fark, ayrıcalık, üstünlük.
intizam:
düzenlilik, düzgünlük.
istihdam:
bir hizmette kullanma,
çalıştırma.
istimâl:
kullanma.
Kadîrâne:
her şeye gücü yeterek.
kâinat:
yaratılmış olan şeylerin ta-
mamı, bütün âlemler, varlıklar.
kemal-i ilim:
ilmin mükemmelliği.
keyfiyet:
bir şeyin nasıl olduğu,
nitelik.
küllî:
umumî, genel.
lâyık:
uygun, yakışır, münasip.
mahiyet:
bir şeyin aslı, esası, nite-
liği.
mahsus:
bir şeye veya kişiye has
olan.
maksat:
gaye.
maslahat:
ehemmiyetli iş, yerine
göre icap eden iş, davranış.
mertebe:
derece, basamak.
mesail:
meseleler.
mevcut:
var olan, bulunan, olan.
misafirhâne:
misafirlerin kaldığı
ev, geçici bekleme yeri.
mizan:
ölçü.
muayyen:
belirli.
muhakkikîn-i kelâmiye:
kelam il-
miyle uğraşıp her şeyin aslını,
esasını araştıran âlimler.
muntazam:
nizamlı, intizamlı,
düzenli ve düzgün biçimde.
muvazene:
denge.
mümtaz:
ayrıcalılklı, seçkin.
nakış:
işleme, süsleme.
nizam:
düzgünlük, tertip.
Rabbanî:
terbiye ve idare
eden Cenab-ı Hak.
Rahîmâne:
rahim olarak, mer-
hamet ederek, merhametli
olarak.
Rahmanî:
bütün varlıkların rı-
zıklarını münasip bir şekilde
karşılayan Allah’a ait.
Risale-i Nur:
Nur Risalesi, Be-
diüzzaman Said Nursî’nin eser-
lerinin adı.
seyyah:
gezgin, gezici.
seyyar:
bir yerde durmayan
yer değiştiren gök cismi.
seyyarat:
gezegenler.
sıfat:
vasıf, nitelik.
suret:
biçim, tarz, görünüş.
şahsiyet:
değerli, yüksek kişi-
lik.
tahsis:
has kılma, ayırma.
vazife:
görev.
vazifedar:
vazifeli, vazifesi
olan, iş gören.
vefiyat:
ölümler, vefatlar.
vücub-i vücut:
varlığı gerekli
olmak, olmaması imkansız ol-
mak, varlığı zarurî ve vacip ol-
mak.
vücut:
var olma, varlık.
Zat-ı Zülcelâl:
sonsuz büyük-
lük ve haşmet sahibi olan zat,
Allah.
zerrat:
zerreler, atomlar.
zîhayat:
hayat sahibi.
ayeTÜ’l-kÜBra / 7. Şua
| 210 |
B
iRinci
H
üccet
-
i
i
ManiYe
AsA-yı MûsA