Nur’un fedakâr isimlerinden biri de Ömer Tuncay Ağabey. Kendisiyle, bu uzun ve meşakkatli yolculuktaki hatıralarını ve dünden bugüne Risale-i Nur davasının seyrini konuştuk.
Röportaj: Yasir Özer
Fotoğraflar: Fatih Batur
Dünyanın çeşitli dillerine çevrilen, üniversitelerde üzerine tezler yazılan ve hatta akademik kürsüler kurulan büyük bir hakikat var: Risale-i Nur. Türkiye’de geniş bir okuyucu kitlesine ulaşan bu eserler, aynı zamanda dünyanın dört bir yanında açılan yüzlerce medrese ile insanlara ulaşmaya devam ediyor. Risale-i Nur hizmeti bugünlere gelene kadar pek çok zorlukla karşılaştı. Ancak talebelerinin samimî gayretleri ve büyük fedakârlıkları sayesinde bu engelleri aşmayı başardı. İşte bu fedakâr isimlerden biri de Ömer Tuncay Ağabey. Kendisiyle, bu uzun ve meşakkatli yolculuktaki hatıralarını ve dünden bugüne Risale-i Nur davasının seyrini konuştuk.
Risale-i Nurlarla nasıl, ne zaman, kim vesilesiyle tanıştınız?
Eskişehirliyim. Eskişehir Mihalıççık’ta bir dükkânımız vardı. 15 yaşındayken bir gün babam dükkânı bana emanet etti ve bir yere gitti. Nereye gittiğini bilmiyordum. Sonradan öğrendim ki o sıralarda Üstad Eskişehir’den geçiyormuş, babam da görmeye gitmiş. Döndüğünde, içinde Dördüncü Söz’ün, Gençlik Rehberi Müdafaası’nın da bulunduğu, kapakları yırtılmış bir kitap getirdi. Ben de dükkânda gelip giden herkese ondan okuyordum. Bilhassa da Dördüncü Söz’ü çok sık okurdum.
Ama asıl hizmetle tanışmam, İstanbul’da kalırken başladı. “Komando Abdullah” dediğimiz ve beraber kaldığımız bir arkadaşın irtibat kurmasıyla Mehmet Fırıncı, Mehmet Birinci, Mehmet Kutlular, Abdulvahid Mutkan’ın olduğu Kirazlı Mescid’deki derslere katılmaya başladım.

Dershaneye adımımı atar atmaz bir aile efradı gibi, insanların sıcak alâkası ile karşılaştım. Bir yuva gibiydi, insanlar Risale-i Nur’u ilk okunduğunda anlamasa da o ilgi herkesi orada tutuyordu. Yirmi Üçüncü Söz’ü ilk kez orada dinledim.
BAYRAM AĞABEY: ÖMER’İ BİZE VER
1962-1965 yılları arasında İstanbul’da kaldıktan sonra Ankara’ya geçtim. Babam da Eskişehir’den Ankara’ya gelmişti. Bayram Ağabey babama “Amca, Peygamberimiz (asm) zamanında bir ailede beş çocuk var ise birisi ehl-i suffa olurmuş. Sen Ömer’i bize ver” dedi. Babam da “Verdim gitti.” dedi.
Şimdi kanaatim geliyor ki, bugüne kadar Risale-i Nur hizmetlerinde bulunabilmiş olmam, Bediüzzaman Hazretlerinin babama yaptığı duadan kaynaklanıyordu.

“Bizim paraya değil, dava adamına ihtiyacımız var”
O yıllarda hizmete maddî anlamda yardımcı olabilmek adına, “Alanım olan makine mühendisliği sahasında bir işe girip maaşımın kut-u layemut olacak şekilde bir kısmını kendime ayırıp, üzerini de hizmete vereyim” diye düşündüm. Bunu Bayram Ağabeye söyledim. Bayram Ağabey de İstanbul’a Zübeyir Ağabeylerle görüşmeye gidiyordu. Orada istişare edeceklerini söyledi.
Kendi aralarında görüşmüşler. Zübeyir Ağabey, “Kardeşim, bizim paraya ihtiyacımız yok, dava adamına ihtiyacımız var” demiş. Bunu duyduktan sonra hiç tereddüt etmeden hizmete devam ettim.
İMAN HİZMETİ KÂİNATA YAYILDI
“Üstadın vefatından sonra iman hizmeti dünyanın her tarafına yayıldı”
Vefat yıldönümünde dua ve rahmetle yâd ettiğimiz Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin “Mevtim hayatımdan ziyade dine hizmet edecektir” sözünü nasıl değerlendiyorsunuz? Tezahürleri nelerdir?

Bayram Ağabeyden dinlediğim bir hatıra var. Bediüzzaman Hazretleri son yolculuğunda Emirdağ’dan Urfa’ya giderken Bayram Ağabeyin kucağında ve baygın bir hâlde. Ancak üç defa ayılıyor ve şöyle diyor: “Kardeşlerim, Risale-i Nur Komünizmin belini kırmıştır. İnşaallah bir gün dünyanın kanun-u esasîsi olacaktır. Bu zamanda azamî ihlâs, azamî sadakat, azamî dikkat de lâzımdır.”
Gerçekten de bugün bu eserler, küfrün karanlığında boğulmak üzere olan milyonlarca kişiyi imanın aydınlığına çıkarıyor. Âhirzamanda yaptığı bu kıymetli hizmet sebebiyle bu esere ve müellifine 33 ayet-i kerime işaret ediyor, Hz. Ali işaret ediyor, Abdulkadir Geylânî işaret ediyor. İman hizmeti Bediüzzaman Hazretlerinden sonra da genişlemeye farklı sahalara ve insanlara ulaşmaya devam ediyor.
Bediüzzaman Hazretleri bir çekirdeğin toprak altında ölmesiyle binlerce meyvenin vazife başına geçeceğini ifade etmiştir. “Ben rahmet-i İlâhiyeden ümit ederim ki, mevtim hayatımdan ziyade dine hizmet edecek” sözü de ona ait.
Bugün gelinen noktada Risale-i Nur dünyanın çeşitli dillerine çevrilmiş vaziyette. Bugün dünyada Risale-i Nur’un okunduğu binlerce medrese var. Bediüzzaman ve Risale-i Nur bugün tezlere konu oluyor, vefatının sene-i devresinde sempozyumlar yapılıyor.
ASRIMIZ İNSANI SORULARINA CEVAP ARIYOR
“Risale-i Nur, insanın en temel sorularına kat’î cevaplar veriyor”
Peki bu insanlar ne buluyor bu eserde?
Aslında her insan, farkında olsun ya olmasın “Ben kimim? Nereden geldim? Nereye gidiyorum?” sorularının cevaplarını arıyor. Dünyada nasıl bir refah seviyesinde olursa olsun kalbi, bu boşluğu dolduramadığı sürece huzur bulamıyor.

İşte Risale-i Nur bu soruların cevaplarını iki kere iki dört kat’iyetinde veriyor. Her iddiasını ispat ediyor. Ölümün bir yokluk olmadığını, ebedî saadetin mümkün olduğunu gösteriyor. Allah’ın nimetlerinin insanın emrine verildiğini, insanın tefekkürle imanını kuvvetlendirmesi gerektiğini anlatıyor. En önemlisi, kabre imanla girmenin vesikasını veriyor.
Bu hakikatlere uygun yaşamanın insana getirdiği bir huzur var. Kendi hayatımda gördüğüm de bundan başka bir şey değil. Risale-i Nur okudukça insan huzurla doluyor. İnsan bedeninin gıdaya ihtiyacı olduğu gibi manevî cephesinin, latifelerinin de gıdaları var. Risale-i Nur susuz kalan birisinin suya kavuşması gibi.
ZÜBEYİR AĞABEY SADÂKAT SEMBOLÜYDÜ
“Zübeyir Ağabey, Üstadın hassasiyetlerini aynen yaşardı”
Zübeyir Ağabey’i yakından tanıdınız ve bir dönem birlikte kaldınız. Onunla nasıl tanıştınız? Ne kadar süre birlikte vakit geçirdiniz? Zübeyir Ağabey’in en çok önem verdiği prensipler nelerdi?
Zübeyir Ağabey ile ilk kez İstanbul Kirazlı Mescid’de tanışmıştım. O zamanlar orada kalıyordu. Sonrasında Ankara’ya geldikten sonra defalarca görüştüm.
İstanbul’a beraber gitme durumumuz da oldu. Ben Ankara’da yedek subay okulunda okurken hafta sonu tatilinde Ulus 27’ye geliyordum. Zübeyir Ağabeyin İstanbul’a gitmesi gerekiyor ama hasta, gidemedi. Ertesi hafta sonu tekrar geldim. Beraber garaja kadar gittik. Bana “Üç tane bisküvi al” dedi. Orada üç bisküvi ile birkaç bardak çay içti. Çok kanaatkâr bir insandı.
Sonra bir binanın köşesini dönerken yıldırım gibi geri döndü. Ben de “Zübeyir Ağabey düşebilir” diye arkasından gölge gibi takip ediyordum. Ne olduğunu anlamadım. Sonra baktım ki az ileride bir hanımefendi geliyordu. Harama bakmamak hususunda o derece hassastı ki o yolda yürümeye devam etmemişti.
Bediüzzaman Hazretleri de İstanbul’da kaldığı on yıllık süre müddetinde bir kez bile harama bakmadığını söylüyor. Zübeyir Ağabey de bu hassasiyeti taşıyordu.

Üstad Hazretleri bu hassasiyetin her bir Nur Talebesinde bulunması gerektiğini Kastamonu Lâhikası’ndaki bir mektubunda şöyle ifade ediyor: “Risale-i Nur’un hakikî şakirdleri, neşriyat-ı diniyelerinde ve ittiba-ı sünnetteki ibadetlerinde ve içtinab-ı kebairdeki takvalarında, Kur’an hesabına vazifedar sayılırlar.”
Zübeyir Ağabey ile beraber yaptığımız seyahatler de oldu. Bir gün otobüste yan yana giderken içimden “Acaba Kur’ân’ı açıp okumaya başlasam riya olur mu?” diye düşünürken bir anda yanımdan kalktı ve başka koltuğa oturdu. Kalbimden geçeni okudu.
O dönem maddî imkânlarımız kısıtlıydı. Ders yapılan semtlere yürüyerek gidiyorduk, çünkü dolmuş parası verecek durumumuz yoktu. Kitapları çantayla taşıyıp isteyenlere ulaştırıyorduk.
Risale-i Nur’a karşı baskının devam ettiği dönemlerde Zübeyir Ağabeyler; anlattığına göre, fasikül hâlinde olan eserleri hamalların taşıdığı küfelere koyarlarmış. Küfenin dışından soğan kabuklarının görünmesini sağlar, küfenin üzerine soğanları koyarak Risalelerin görünmesini engellerlermiş. Bu hâlde küfeyi sırtlanan Ağabeyler, Yenikapı’dan Süleymaniye’ye kadar yürürler, nerede ihtiyaç var ise oraya götürürlermiş.
Zübeyir Ağabeyin sadâkati ve tedbir yönü çok kuvvetli idi. Bayram Ağabey şöyle bir hatıra anlatmıştı: Eskiden Ankara Adliyesi Ulus’taydı. Risale-i Nurlar mahkemede beraat etmişti ama depoda yakılma tehlikesiyle karşı karşıyaydı. O dönem, hukuk mezunu olan Mustafa Türkmenoğlu Ağabey adliyede staj yapıyordu. Ambar memuruyla irtibata geçip Bayram Ağabey ile birlikte onu ikna etmişler.
Sonra Zübeyir Ağabey, Bayram Ağabey ve Türkmenoğlu Ağabey, müteahhit Hacı Hafiz Hasan’ın kamyonu ile adliyenin arka kapısından yaklaşıp, sabahtan mesai saatinin başlamasıyla birlikte kitapları yüklemeye başladılar. Mesai saatleri içinde başlamışlardı ki resmî bir taşıma zannedilsin, kimse şüphelenmesin. Yükleme tamamlanınca Zübeyir Ağabey, şoföre yüksek sesle “Sür İstanbul’a!” dedi. Esasında Eskişehir’e götürülüyordu fakat oradaki insanların, “Zaten bu eserler yakılacaktı, şimdi de İstanbul’a gönderiliyor, demek ki Seka Kâğıt Fabrikası’na gidiyor” diye düşünmelerini sağlamak için tedbir amaçlı “Sür İstanbul’a!” demişti.
GAZETE İÇTİMAÎ BİRLİĞİMİZİ SAĞLAR
“Zübeyir Ağabey gazeteyi çok önemserdi”
Gazete ile Zübeyir Ağabey arasındaki ilişkiyi biraz açabilir misiniz? Gazetenin kuruluş sürecine dair hatırladığınız neler var?
İlk başta gazete haftalık olarak “İttihad” adıyla çıkıyordu. O dönemde Kızılay Kolej tarafında bir medresemiz vardı. Cuma namazı için biz de Zübeyir Ağabey ile birlikte İç Cebeci Camii’ne gitmiştik. Yanımızda İttihad gazetesi vardı. Cuma’dan sonra Zübeyir Ağabey gazeteyi herkesin ilk sayfasını göreceği bir şekilde açarak tutuyordu. Ben de isteyenlere veriyordum.

Zübeyir Ağabey, matbuatın öneminin farkındaydı. “Risale-i Nur’un sesini geniş kesimlere duyurmak için bir gazeteye ihtiyacımız var” diyordu. Çünkü bir gazete resmî olarak basıldığı zaman, devlet dairelerine girme mecburiyeti vardı ve bu da Risale-i Nur hizmetlerini duyurmak için büyük bir imkân sağlıyordu.
Ayrıca gazete cemaatimizin içtimaî birlikteliğini de sağlayacak ve içtimaî ve siyasî sahadaki farklı düşüncelerin önüne geçecekti. Çünkü içtimaî ve siyasî ölçüler göz ardı edildiğinde, Risale-i Nur ölçülerine aykırı yollara sapılıyordu.
Nitekim Ulus 27’de kaldığımız, Zübeyir Ağabeyin de misafir olduğu bir zamanda böyle bir hâdise yaşandı.
“BİZ ŞEYHÜ’L-İSLÂM SEÇMİYORUZ”
Isparta Milletvekili Hüsamettin Akmumcu, Bayram Ağabeyi aradı ve Ulus 27’ye gelmek istediğini söyledi. Bayram Ağabey de bunu Zübeyir Ağabey ile paylaştı. Zübeyir Ağabey öfkelendi. “Ver kardeşim ceketimi. Ben kendimi alet ettirmem. Buraya gelirler sonra da ‘Biz Bediüzzaman’ın hizmetkârlarıyla görüştük’ deyip siyasetlerine âlet ederler” diyerek çıkıp Ankara Kalesi’ne gitti.
O dönem bazı Nur Talebeleri, iyi niyetle de olsa özellikle dindar diye belli partilere yakın duruyordu. Ancak Zübeyir Ağabey “Biz İslâm âlimi seçmiyoruz, Şeyhü’l-İslâm seçmiyoruz ki takvasına bakalım. Siyasetçi seçiyoruz. Bize dost olsa yeter” diyerek bu duruma karşı çıkıyor ve bu durumu “siyasî dalâlet” olarak ifade ediyordu. O yüzden içtimaî vahdeti sağlamak için gazete çıkmasını önemsiyor ve “Kardeşim bizim lahana yaprağı kadar da olsa bir gazete çıkarmamız lâzım.” derdi.
Onun için bütün Nur Talebelerinin, Bediüzzaman Hazretlerinin eserlerine ve ölçülerine yer veren Yeni Asya gazetemize sahip çıkmasını tavsiye ediyorum.
ÖLÇÜMÜZ, “RİSALE-İ NUR NE DİYOR?” OLMALI
“İstikametin temel şartı: Risale-i Nur ölçülerine sadâkat”
Yıllardır bu hizmet çizgisinde devam ediyorsunuz. Sizi bu çizgide sabit tutan en önemli saik neydi?
Temel saik ortaokul yıllarından beri aklımda dönen bir fikir idi. O yıllardan beri, “Ortaokulu bitirdim, liseyi bitirdim sonra yüksekokulu bitirdim, askerliği yaptım ve işe girdim. Sonrasında emekli oldum. Peki ya sonra?” diye düşünür dururdum. Ruhumuzda çekirdek hâlinde var olan bu his, sonrasında Risale-i Nur zemininde imana ve Kur’ân’a hizmet olarak tezahür etti.
Hizmete başladığımız ilk yıllardan beri “Ya Rabbi bizi Risale-i Nur’un hakikatlerine muvafık olan yerde istihdam et” diye dua ediyordum. Bütün ayrılıklara rağmen elhamdülillah istihdam edilmeye devam ettik.

Burada başka bir saik de istişaremiz. Çünkü bugüne kadar bütün ayrılıklar Mehmet Kutlular Ağabeyin dediği gibi hissî, nefsî ve şahsî sebeplerden kaynaklandı. “Risale-i Nur böyle diyor” yerine, “Benim fikrim bu” dedikçe bölünme oldu. Hâlbuki Mustafa Türkmenoğlu Ağabey bir meşverette “Bana göre bu mesele şöyle…” deyince Zübeyir Ağabey “Kardeşim ‘bana göre’ ne demek… Risale-i Nur’da görmüşsen, Üstad’dan duymuşsan onu söyle.” derdi.
Çünkü Zübeyir Ağabey “Dersimi Risale-i Nur’dan okuyamaz hâle gelmekten, cemaatten ayrılıp yalnız kalmaktan ve fikrî infirada saplanıp cemaatten ayrı düşmekten korktuğum kadar hiçbir şeyden korkmuyorum” derdi. O yüzden beraber kaldığı Dr. Mehmet Akay’a çok defa “Eğer Risale-i Nur’a zarar verecek bir duruma gelirsem bana bir iğne yap...” diyor. Zira kendisi bir sadâkat timsaliydi.
HİZMET EDEBİLMEK İÇİN ÇOK OKUMALIYIZ
Son olarak, gençlere ve yeni nesillere hizmette daim ve kaim olabilmeleri için hangi tavsiyelerde bulunmak istersiniz?
Öncelikle ahirzamandayız. Çok ölçüler unutuluyor. Birçoğumuz ebedî hayatını mahvedebiliyor. İtikadımıza uygun yaşayamayabiliyoruz.
Bu sebeple ilk olarak kendi imanımızı kuvvetlendirmeliyiz. Her Nur Talebesinin hususî dersi olmalı. Devamlı Risale-i Nur ile meşgul olmalı ve çok okumalıyız. Zübeyir Ağabey bu noktada “Günde 10 sayfa okuyan kendini muhafaza eder. 15 sayfa okuyan şevke, gayrete gelir. 20 sayfa okuyan hizmet eder. 50 sayfa okuyan da yazabilir” diyor. Yoksa hizmet hizmet derken şahsî okumasını terk edenin hizmeti geçici olur. Ve her Nur Talebesi, günlük olarak Kur’ân’ı, Cevşen’i okumayı da ihmal etmemeli.
Bunun dışında hizmet ederken hiçbir karşılık beklememek gerekiyor. Hatta bir teşekkür bile beklenmemeli. İnsanın lehinde söylenen sözler dahi ona zarar verebilir. Biz bu kadar sene hizmetin içerisinde bulunduk, Medrese-i Yusufiye’ye de girdik. Ancak bunların hiçbirisi bizim şahsî meziyetlerimizden kaynaklanmıyor, ihtiyacımızdan kaynaklanıyor. Bir meziyet, bir güzellik varsa o da şahs-ı manevîye ait. Mülkümüze geçiremeyiz. Şahs-ı manevînin malını sahiplenmeye hakkımız yok. Mühim olan şahs-ı manevînin içinde eriyerek devam etmektir.
Cenab-ı Hak bizleri şahs-ı manevî havuzunda eriyen ve son nefesine kadar iman ve Kur’ân hizmetinde istihdam edilen bahtiyarlardan eylesin. Âmin…