Görüş: Prof. Dr. İlyas Üzüm
[email protected]
LATÎFE-İ RABBÂNİYE
İnsanın maddi, biyolojik ve fiziki varlığı yanında manevi, psikolojik ve rûhî varlığının bulunduğu muhakkaktır. Başka bir ifadeyle insan beden-ruh entegrasyonuna dayalı bir hayatın sahibi olup, mesela ölümle ruh bedenden ayrıldıktan sonra beden et ve kemik yığınından ibaret kalmaktadır. Kur’an insanın manevi varlığını ifade etmek üzere ruh, kalp, fuâd, nefis, lüb (elbâb) gibi değişik kelimeler kullanır. İslam felsefesi ve İslam tasavvufunda konuyla ilgili geniş izahlar ortaya konulmuş, özellikle tasavvuf ehli insanı insan yapan özellikleri “letâif-i ruhâniyye” terimiyle açıklamıştır. Sözlükte “ince, hemen fark edilmeyen şey” anlamına gelen latîfe (çoğulu letâif) “ifade edilemeyen, ibarelere aktarılmayacak kadar ince olan mânâ ve hakikatler” demektir (Kâşânî, Istılâhâtü’s-sûfiyye, Kahire 1992, s. 91). Ekoller arasında birtakım farklılıklar bulunmakla beraber genel olarak tasavvuf, insanın hakikatini oluşturan cevhere “latîfe-i Rabbâniye” veya “ruh-ı menfûh” (üflenen ruh) adını vermiştir (Osman Türer, “Latîfe”, DİA, XXVII, 110). Nakşibendiliğin Müceddidiye kolu ise insanda beşi “halk alemi”ne, beşi “emir alemi”ne ait olmak üzere on latîfe (letâif-i aşere) bulunduğunu ifade etmiştir. Buna göre hava, su, toprak, ateş ve nefis halk alemine; kalp, ruh, sır, hafâ ve ahfâ ise emir alemine ait latîfelerdir. Diğer taraftan İslam filozofları insandaki görme, işitme, tatma, koklama ve dokunma duyularını “havass-ı hamse” olarak zikretmiş, bazıları buna “beş zahiri duygu” demiş, bazı tasniflerde ise batınî hisler (havass-ı bâtına) kalbe bağlı beş duyu biçiminde tanımlanarak “hayal, akıl, hafıza, vehim ve mutasarrıfa” olarak sıralanmıştır.

İDRAK EDİLMESİ EN GÜÇ SIR
Nazarî tasavvuf açısından ister emir aleminden gelen latîfeler olarak ister havass-ı bâtına olarak sayılsın beş özellikten birisi olan “kalp” ilk latîfe olup, ruh ile nefis arasında tavassut eden bir cevher bazen de genel anlamda “latîfe-i Rabbâniye” şeklinde de anılmıştır. Kur’an’da açıkça “Allah’ın emrinden olduğu” (İsra 17/85) ve “ilahî bir nefha” olduğu belirtilen “ruh” (Hıcr 15/29) ise ikinci latîfe olup aşk, cezbe, üns ve muhabbetin merkezi olarak beyan edilmiştir. Üçüncü latîfe olan “sır” yine tasavvufta “şuurda gizli olan “mânâ”, dördüncü latîfe olan “hafî/hafâ” sırrın sırrı, beşinci latîfe olan “ahfâ” da gizlinin de gizlisi olup idrak edilmesi en güç olan sır anlamında kullanılmıştır (İsa Çelik, “Tasavvuf Terminolojisinde Letâif-i Ruhaniye”, Marife, Konya, 2009, yıl: IX, sy. 2, s. 87-101).
Bu açıklamalar çerçevesinde metne dönülürse, Said Nursi’nin ilk bakışta “latîfe-i Rabbâniye”yi kalp anlamında kullandığı düşünülebilir; ancak onun namazdan bahsederken nefsine söylediği “hane-i cismimde senin arkadaşların olan kalbimin gıdası, ruhumun âb-ı hayatı ve latîfe-i Rabbâniye’min hava-yı nesimi…” ifadesine bakıldığında (Sözler, s. 252-253) bu terimi kalpten ayrı olarak zikrettiği anlaşılır. O halde burada bu latîfeden maksat ya tasavvufta üçüncü latîfe olarak sayılan “sır”dır; zira sır tasavvufta “kalbe konulmuş, müşâhedenin mahalli olan latîfe” diye tanımlanmıştır (İsa Çelik, a.g.mk., s. 97), yahut da insandaki en ince latîfe olarak ifade olunan “ahfâ”dır. Zira ahfânın zikrinin kişiyi imanda hakka’l-yakîn makamının hakikatine erdireceği belirtilmiştir (a.g. mk., s. 102). Diğer taraftan bazı yorumlarda sözü edilen latîfelerin aynı latîfenin mertebelere göre değişen isimleri olduğu, bazı mertebelerde ona kalp, beşeri kayıtlardan azade olduğunda ruh, saflığı artınca sır, daha da kemale erince hafî/hafâ dendiği, hatta çoğunluğun görüşünün de bu olduğu kaydedilmiştir (Osman Türer, “Letâif-i Hamse”, DİA, XXVII, s. 143).
Sonuç olarak bütün bunlar dikkate alındığında Risale-i Nur’da “latîfe-i Rabbâniye” nin “kalbin en ince duygusu” olarak anlaşılabileceğini söylemek mümkündür.

MÜŞÂHEDETULLAH
Sözlük anlamı bakımından müşahede “görmek, şahit olmak” demek olup müşâhedetullah “Allah’ı görmek ve Allah’a şahitlik etmek” anlamına gelmektedir. Ancak tasavvufî bir terim olan müşâhedetullah “Allah’ın (zâtını değil) zuhur ve tecellilerini görmek” mânâsındadır. Zira Allah maddi bir varlık olmadığı, sınırları bulunmadığı için zatı bakımından dünyada göz ile görmeye konu olamaz (ahirette müminlerin rüyet-i ilahiyeye mazhariyeti ayrı bir husustur). Tasavvuf ehline göre “müşahede” Allah’ı beden gözü ile değil kalp gözü ile görmektir. Nitekim Resul-i Ekrem’in (asm) “ihsan”ı tanımlarken “ihsan, Allah’ı görüyor gibi ibadet etmendir, son Onu görmüyorsan da O seni görüyor” (Müslim, İman, 1) buyurması buna işarettir. Müşahede imanda “yakîn” mertebesine ulaşmanın bir sonucu olup çeşitli mertebeleri vardır. En üst mertebesi kalbin bütün varlıklarda Allah’ı müşahede etmesi, bütün varlıkları da Onunla müşahede etmesidir. Müşahede “kalp” ile ilgili, mükaşefe “sır” ile ilgili, “muâyene” göz ile ilgili ıstılahlardır (Abdülmün’îm el-Hifnî, el-Mevsûatü’s-sûfiyye, Kahire 2003, s. 956).

RİSALE-İ NUR’UN ÖZGÜNLÜĞÜ
Her ne kadar burada gündeme getirilen “latîfe”, “latîfe-i Rabbâniye”, “müşahede” gibi terimler nazarî tasavvufun ıstılahları ise de bunların ifade ettiği hakikatlerin Kur’anî temelleri olduğu muhakkaktır. Mesela latîfe Kur’an’da yer alan ve insanın manevi yönlerine işaret eden kavramlarla ilgili olduğu gibi “müşahede” hadiste zikrolunan “ihsan” kavramıyla doğrudan bağlantılıdır. Risale-i Nur Kur’anî temelleri olduğu için tasavvufa ait kavramlara yer vermekle beraber, bunları Risale-i Nur’un kendi anlam ve usûl bütünlüğü içinde ele almakta, muhatabı bu kavramlar üzerinden tasavvufun kendine has mecrasına sokmamaktadır. Mesela tasavvuf yukarıda bahsi geçen kalp, ruh, sır, hafâ ve ahfâ için bedende yer belirlemiş, bu latîfelerin fonksiyonunu icra edebilmesi için kişinin “seyr-i süluk” adı verilen özel bir sürece girmesini şart koşmuşken Risale-i Nur böyle bir usûl önermemiştir. Dolayısıyla Risale-i Nur ne tasavvuf kaynağı ne İslam felsefesine ait kaynak olmayıp özgün, kendine has, Kur’anî usûlü takip eden (çünkü Kur’an tasavvufta olduğu üzere seyr-i süluka davet etmez) manevi bir Kur’an tefsiridir. Müellifin bizzat ifade ettiği üzere Risale-i Nur ne kelâm ve felsefî eserler gibi sadece aklın ayağı ile ne de tasavvufî eserler gibi kalp ve keşfin ayağıyla hareket etmiyor. “Belki aklın ve kalbin imtizacıyla ruh ve sair letâifin teavünü ayağıyla hareket ederek evc-i alâya uçar...” (Kastamonu Lahikası, 4. Mektup, s. 15).

KUDRET, İLİM, RAHMETİ HİKMET
Risale-i Nur’un kendi usûlü içinde kalbin yahut kalbin en ince duygusunun müşâhedullahı gerçekleştirmesine gelince, -bu, ayrı bir yazının konusu olmakla beraber, uzaktan işaret etmek gerekirse- küçüğünden büyüğüne, zerrelerden gezegenlere kadar bütün varlığa “mânâ-yı harfiyle” yani Yapıcısı adına bakma, her bir şeyde görünen özelliklerin Allah’ın isimlerinin tecellisini olduğunu aklen derk etme, duygular bakımından hissetme, bu suretle imanda bir çeşit “şuhûda” ulaşma şeklinde olur. Nitekim böyle bir eğitimi müellifin kendi tecrübesinden yansıtan Ayetü’l-kübra’daki, “İşte şu yolcumuz bu dört hakikati müşahede etmekle, vahdaniyet-i ilahiyeyi “şuhûd” derecesinde bildi, imanı parladı” (Şualar, İstanbul 2020, s. 136) ifadesi buna delalet etmektedir. Biraz daha somutlaştırarak ifade etmek gerekirse, nasıl ki güneşin yansımalarını gören bir kimse bu yansımaların gökteki güneşe delalet ettiğini anlar yahut güneşin şualarından aklen ve hissen güneşe intikal ederse, Risale-i Nur mahlukatta görülen kudret, ilim, rahmeti hikmet… gibi özelliklerin Zat-ı Akdes’in kudretini, ilmini, rahmetini, hikmetini gösterdiğini anlar, hissiyatı ile bunun yaşar, bir bakıma Onu görüyormuş gibi bir iman seviyesine ulaşır (örnek olarak bk. Sözler, On Dördüncü Söz, s. 157-157).

Sonuç olarak Risale-i Nur Kur’an’ın temel kavramlarından olan “takva”yı hem yaygın anlayışa göre tanımlamış hem onun kapsamını insanın irade, zihin, his ve latîfe-yi Rabbâniye gibi bütün varlığını içine alacak şekilde genişleterek sunmuştur. Bu sunumda iradenin takvasının ibadet, zihnin takvasının marifetullah, hissin takvasının muhabbetullah, latîfe-i Rabbâniye’nin takvasının müşâhedetullah olduğunu dile getirmiştir. Öte yandan bunu dillendirirken tasavvufun da kullandığı ıstılahlara yer verdiği halde muhatapları tasavvuf berzahına girmeye mecbur bırakmamış, vahyin ışığında aklı ve kalbi tatmin edecek Kur’anî bir usûl takip etmiştir.
—SON—