Tarih boyunca, büyük düşünürler ve âlimler sadece kitapları, talebeleri ve hikmetleri ile değil, aynı zamanda karşılaştıkları zulümler ile de hatırlanır.
PROF. DR. İBRAHİM ÖZDEMİR
Üsküdar Üniversite Öğretim Üyesi
Clark Üniversitesi, Misafir Öğretim Üyesi
İnsanlık tarihini bir deniz feneri gibi aydınlatan düşünürler, sadece kitaplarda yazılan bilgileri aktaran kişiler değildirler.
Yaşadığı zamana şahitlik ederler. İktidar ve güç tarafında değil, doğrudan ve hakikatten yana tavır alırlar. Tek dertleri, hakkı ve hakikati yüce tutmaktır.
Bunu yaptıkları için Sokrates ve Bruno’dan Hallac-ı Mansur ve Aynü’l-Kudât’a Batı’da ve Doğu’da birçok düşünür büyük bedeller ödediler.
Sokrates son dersini hapishane hücresinde “ahlâkî” değerlerin yüceliği üzerine yaptı. Aynü’l-Kudât’ son kitabını hapishanede yazdı. Büyük hukuk âlimi es-Semerkandî hukuk külliyatını atıldığı bir kuyunun dibinden öğrencilerine dikte ettirdi.
Said Nursî de son dersi olan “Konuşan Yalnız Hakikattir”i sürgünde iken yapmış; “şahsî nüfuz temini ve dini siyasete alet etmekle itham” edenlere tek derdinin hakkı ve hakikati savunmak olduğunu haykırmıştı.
Dönemin birçok aydını gibi fikirlerinden dolayı zulüm gören Said Nursî memleketi terk etmedi. Bazı âlimlerin yaptığı gibi Mısır, İran, Suriye veya Arabistan’a gitmeyi hatırına bile getirtmedi. Bu konuda yapılan teklifleri de reddetti. Son nefesini Urfa’da vererek Hakka yürüdü.

Vefatının 65. yılında, miras bıraktığı irfan mektebinde yetişenler, Nur Risaleleri’nden bir şekilde istifade edenler ve mücadelesine saygı duyanlar çeşitli etkinliklerle onu rahmetle anıyor.
Mezarının nerede olduğu hâlâ bilinmiyor olsa da yazdığı Nur Risaleleri “misak-ı millî” sınırlarını çoktan aşarak tüm dünyaya yayılmış durumda. Risale-i Nur Külliyatı, çeşitli dillere çevrilerek evrensel bir mirasa dönüşmüş durumda.
Dahası Said Nursî’nin hayatı, eserleri ve düşünceleri üzerine dünya çapında akademik çalışmalar yürütülmekte; hakkında master ve doktora tezleri yazılmakta, kitaplar yayınlanmakta, araştırma merkezleri ve enstitüler kurulmaktadır.
Bununla beraber en büyük gayelerinden biri olan Medresetüzzehra projesi hâlâ gerçekleşmeyi bekliyor. Bıraktığı miras, yaşadığı dönemle sınırlı kalmamış, gelecek nesillere yol gösteren bir rehber ve yol haritası olmaya devam ediyor.
Bir Âlimi Gerçek Anlamda Anmak
Büyük düşünürler anılırken; hayatlarından ziyade fikirleri ve bıraktıkları fikrî miras tartışılır ve anlaşılmaya çalışılır.
Said Nursî’yi ve geride bıraktığı entelektüel mirası anarken de bu hususa özellikle dikkat etmek gerektiğini düşünüyorum:
Üstad hayatı boyunca gösterişten uzak, şöhreti ve makamı reddeden bir hayat sürdü. “Şahsını ziyaret” ve başka maksatlarla çok uzaklardan gelen misafirleri geri çevirdi. Ömrünün sayılı dakikalarını en optimal şekilde değerlendirdi.

İhlâsı hayatının merkezine koyduğu gibi, yazdığı İhlâs Risalesi’nin en azından 15 günde bir okunmasını talebelerine tembihleyerek “ihlâs temelli” bir hareket oluşturdu. Bunun bir anlamı bu hizmetin “Allah rızası dışında” maddî-manevî hiçbir şeyi asıl gaye edinmeyerek ihlâs ve iman temelli bir hareket olmasıdır.
Tüm bunlardan dolayı, mezarının gizli kalmasını temenni eden ve bunun için dua eden bir insanı anarken şahsına odaklanmak ve yüceltmek yerine eserlerine ve ihtiva ettiği mesajlarına odaklanarak anmak daha anlamlı olacaktır.
Üstad Nursî’yi sadece bir fikir adamı, âlim veya mütefekkir olarak değil, aynı zamanda ilim, iman ve ihlâs yolunda ömür tüketmiş ve çile çekmiş bir rehber olarak anlamaya çalışmak gerekir. Onun hayatı, hakkın ve hakikatin savunucusu olmanın ne denli bedeller gerektirdiğini müşahhas olarak gösteren bir örnektir. Bunun daha iyi anlaşılması için İslâm düşünce tarihinden bir örnek vermek istiyorum.
Benzer Kaderlerin İki Büyük Âlimi
Ramazan okumalarım sırasında ele aldığım allame Aynü’l-Kudât el-Hemedanî (ö. 1137) ile Üstadın hayatları, görüşleri ve mücadeleleri arasındaki benzerlik dikkatimi çekti. Bu konudaki notlarımı başka bir çalışmaya bırakarak şunları ifade etmek isterim.
Aynü’l-Kudât genç yaşında dehası ve ilmiyle büyük bir şöhrete kavuşmuş, tasavvuf, fıkıh ve tefsir gibi İslâmî ilimlerde üstün bir seviyeye ulaşmış bir âlimdi. İslâm irfan geleneğinin derin ve sıra dışı fikirleri ve otoriteye karşı bağımsız duruşu nedeniyle kıskanılmış, suçlanmış ve haksız yere henüz 33 yaşındayken idam edilmiştir.
Aynü’l-Kudât zindanda yazdığı Garîb’in Şikâyeti risalesinde yaşadığı trajediyi ve haksızlıkları acı bir dille ifade ederek; haksız yere suçlanmanın, sürgüne gönderilmenin ve iftiralarla mücadele etmenin acısını dile getirmiştir. Said Nursî iktidara dayanan menfaatçi kişilerin ilmini inkâr etmez ancak onları “kötü âlimler” (ulemaü’s-sû’) olarak anar.

Yukarıda değinildiği gibi Said Nursî de hayatı boyunca benzer bir kaderi paylaştı. Biyografisini okuduğumuzda hayatının büyük bir kısmının savaş meydanlarında, esaret zindanlarında, mahkeme salonlarında ve hapishanelerde geçtiğini görüyoruz.
Kendi ifadesiyle çekmediği cefa, görmediği eza kalmadı. Divan-ı Harplerde bir suçlu gibi yargılandı; bir serseri gibi şehir şehir sürgüne gönderildi. Hapishanelerde aylarca insanlardan tecrit edildi. Defalarca zehirlendi, türlü türlü hakaretlere maruz kaldı. Öyle zamanlar oldu ki, hayattan bin kat daha fazla ölümü tercih etti. Eğer dini onu intihardan menetmeseydi, belki bugün Said Nursî’nin adı unutulmuş, toprağın altında çürüyüp gitmiş olacaktı.
Said Nursî, hakikati anlatmanın bedelini bu şekilde ödemiş olsa da fikirlerinden ve duruşundan asla taviz vermemiştir. “Hakikatın hatırını” hiçbir hatıra feda etmemiş; hiçbir otoritenin ve gücün önünde eğilmemiş bir şahsiyettir.
Yaşadığı zorluklar karşısında yılmamış, ilim ve irfan yolundan sapmamış, “müsbet iman hizmetine” adadığı ömrünü onurlu bir şekilde tamamlamıştır.
Ancak tarih, gerçek âlimleri ve zulmedenleri ayırt etmekte gecikmez. Sokrates’i mahkûm eden yargı mensuplarını bugün kimse hatırlamazken, Sokrates felsefenin babası olarak kabul edilmeye ve kitaplardaki yerini almaya devam ediyor.
Zor ve güç mantığını silah olarak kullananlar ne Aynü’l-Kudât’ın fikirlerini ne de Said Nursî’nin eserlerini yok edebilmiştir. Eserleri de hâlâ okunmakta, fikirleri tartışılmakta ve insanlar için ilham kaynağı olmaya devam etmektedir.
Üstad Said Nursî’yi vefatının 65. yılı vesilesiyle anarken, onun mirasına sadık kalmak için yapılması gereken en önemli şey, eserlerini bütüncül bir bakış açısıyla anlamaya çalışmak ve günümüz için dersler çıkarmaktır. Onu geçmişte yaşamış bir âlim olarak değil, geleceğe ışık tutan bir rehber olarak anlamaya çalışmaktır.

Onların Mirasını Yaşatmak Bir Sorumluluktur
Bugün bizlere düşen görev, bu büyük âlimlerin zulme karşı nasıl direndiklerini anlamak ve onların ilmî mirasını korumaktır.
Bu nedenle âlimlerimizi anma törenleri ve faaliyetleri bir ölünün ardından düzenlenen dinî merasimlerden çok hakikî bilgi şölenleri olmalıdır.
Üstad Nursî’nin de muhataplarından ve okuyucularından talebi açık ve nettir: “Söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktıysa kalbde saklayınız. Bakır çıktıysa, çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız.”
Özetlersek, Aynü’l-Kudât’ı anlamak, tasavvufun derinliğini ve ilmin nasıl bir özgürleşme yolu olduğunu fark etmektir. Üç günde telif ettiği Zübdetü’l-Hakâik (Hakikatlerin Özü) kitabı âdeta İslâm’da tasavvufun kısa bir tarihi ve tasavvufun temel kavramalarının Kur’an ve Sünnet ışığında açıklandığı bir şaheserdir. (Türkiye Yazma Eserler Kurumu, 2016).
Üstad Said Nursî’yi anlamak ise, modern dünyada akıl-kalp ve din-bilim arasında bütüncül bir anlayışla yeni köprüler inşa ederek toplumsal barışı sağlamaya çalışmaktır. Müslüman toplumlarda iç barışı tetikleyen en büyük sebeplerden birisinin din-bilim arasındaki çatışma diğerinin de “ırkçılık kanseri” olduğunu biliyoruz.
Her iki âlimimizi de geçmişte kalmış âlimler olarak değil; hayatları, duruşları ve fikirleriyle bizlere ve gelecek nesillere yol gösteren birer meşale gibi görmek gerekir.
Onların izinden gitmek, sadece onların kitaplarını okumakla değil, aynı zamanda her tür zulme, haksızlığa, hukuksuzluğa, insan hakları ihlâllerine karşı bedelini hayatları ile ödedikleri duruşlarını örnek almaktır. Evrensel anlamda zalimden değil, mazlumdan yana olmaktır.
Hayatlarını Kur’ân’ın gölgesinde yaşayarak onu anlamaya, yaşamaya, öğretmeye ve yaymaya vakfetmiş tüm âlimlerimizi ve hocalarımızı rahmetle anıyorum.