İhtiyarlar Risalesi’nde Onuncu Rica’da Bediüzzaman Hazretleri Eyüb Sultan Kabristanı’n’da ihtiyarlığı ve ölümü tefekkür ediyor.
Kabristana baktığında “Yüz defa İstanbul halkı içine boşaltılmış” olduğunun ihtar edildiğini ifade ediyor. Burada yine kendi nefsine hitaben “Müstesna kalamazsın, sen de gideceksin!” diyor.
Bu hayalin verdiği ıztırap ile kabristandan çıkıp Eyüb Sultan Camii’ne ait bir küçük odaya giriyor. Orada, bulunduğu odada, İstanbul’da ve dünyada olmak üzere üç cihetle misafir olduğunu düşünüyor.
Bu hâl yine kalbine gam, hüzün, keder veriyor. Sevdiklerinden, dostlarından, dünyadan ayrılacak olmanın verdiği ıztırapla tekrar kabristana gidiyor. Ara sıra ibret için sinemaya gittiğini ifade ederek, bu hazin hâli sinema ile akla yaklaştırıyor. Şu an ölmüş olan insanları nasıl şimdi sinema perdesinde ayakta gezer şekilde görüyorsak, şu an İstanbulda ayakta gezenlerinde katiyyetle bir gün kabristanda olacaklarını görüyor ve söylüyor. Bunun için “İki ayaklı cenazeler” diyor o an yeryüzünde geziyor olan insanlara.
Böyle perişan bir ruh halindeyken Kur’ân’ın nuru ve Abdülkâdir Geylâni Hazretleri’nin himmeti imdada yetişiyor. O karanlık, hazin halleri, aydınlı, nurlu, neşeli bir vaziyete dönüşüyor.
Kur’ân’dan gelen nur diyor ki: “Senin Kosturma’da esir düştüğün zamanlar bir iki arkadaşın vardı. Onlar da İstanbul’a gideceklerdi. Sana birisi dese “İstanbul’a mı gideceksin? Burda mı kalacaksın?” Elbette zerre aklın varsa, ferah ve sürurla İstanbul’a gitmeyi kabul edecektin. Çünkü 1001’den 999 ahbabın İstanbul’dalar. Kosturmada ise bir iki taneler, onlar da ilerde İstanbul’a gidecekler. Böylece senin için İstanbul’a gitmek acı, elim bir ayrılık değil. Hem geldin, memnun olmadın mı? O düşman memleketinin karanlık, uzun gecelerinden, pek soğuk fırtınalarından kurtuldun. Bu güzel dünya Cenneti gibi İstanbul’a geldin.”
Bu ihtar, biraz daha ilerisini göstererek dünya ve kabir hayatını nazara veriyor. “Küçüklüğünden bu yaşına kadar sevdiklerinden yüzde doksandokuzu, sana dehşet veren kabristana göçmüşler. Bu dünyada kalan bir iki dostun var, onlar da oraya gidecekler. Vefatın firak değil, visâldir, o ahbaplara kavuşmaktır.”
Kabristanın bizim gördüğümüz gibi karanlık bir çukur olmadığı Risale-i Nur’da başka yerlerde de izah edildiği gibi burada da şöyle bir ihtarla bildiriliyor: “O bâkî ruhlar eskimiş yuvalarını toprak altında bırakıp, bir kısmı yıldızlarda, bir kısmı berzah âleminin tabakalarında geziyor.”
İman eden insanlar için kabrin bir kavuşma yeri olduğunu, bedenini tıpkı bir kıyafet gibi toprakta bırakarak kendisinin hür serbest rahat bir hayata kavuştuğunu, yıldızlarda dolaştığını iman nuru göstererek, ölüm keder değil sevinç veriyor.
Kur’ân’ın verdiği bu ders ve ihtar ile hem hastalıklar, hem ihtiyarlık, hem de ölüm hoş ve sevilebilir hâllere dönüşüyor. “Madem iman gibi hadsiz derece kıymettar bir nimet bizde vardır; ihtiyarlık da hoştur, hastalık da hoştur, vefat da hoştur. Nâhoş bir şey varsa o da günahtır, sefâhettir, bid’atlardır, dalâlettir.” (26. Lem’a 10. Rica)