Çalışma masamda, klavyeye dokunurken gözlerim gayr-ı ihtiyarî denizin dalgalarına kaydı. Gözlerim uzağa dalınca, hayalim de enginlere. Ancak bu enginlik “cihat-i sitte” denilen altı yön vasfında.
Zaman makamında geçmiş, gelecek, şimdiki zaman ile, konum noktasından da enine, boyuna, derinliğine ve yüksekliğine mütalâa ederken yer yer aşağı, yukarı, ön, arka, sağ, sol cephelerinden nazar edeceğiz.
Aramızdaki mesafeyi kestirememekle beraber gecenin sessizliğinde dalgaların kenara vurdukları sesi duyuyorum. Karşı sahildeki ışıkların şavkı deniz yüzeyinde uzanıp aksederken gökteki ayın yakamozu da dalga salınımınca nur saçıyordu.
Gözümle, deniz yüzeyinde görünenlerin iletişimi nasıl oluyor? Aramızdaki mesafe içerisinde her nev’i hava hareketi olurken, yoldan geçen araçların gürültüleri, sağ taraftan gelen köpek sesleri, komşunun torununun ağlamaları, sol yanımdaki komşunun sürekli açık duran televizyon sesini dinler, konuşmaları ayırmam ile ön komşumun bahçesinden gelen Yasemin, Hanımeli ve Melisa’nın kokularını alıp ve ayırabilmem ne ile ve nasıl mümkün oluyor? Yakın ve uzaktaki; ısı, ışık, ses ve kokular, kablosuz iletişim, bahçemdeki çiçeklerin tozlaşması, asılan çamaşırın kuruması, ateşin yanması, suyun oluşması ki sayamadığım sayısız pek çok faaliyetlere birim asker kim?
Nuh 71/16’da ay, nur; güneş, ışık olarak zikredilirken güneş, ışık kaynağı, ay ise onun yansıtıcısı olarak anlaşılır. Güneşten alınan ışık, aydan nur olarak yansırken, vahiyden alınan ziya, fenlerden nur olarak tecelli ediyor. Dolayısıyla “Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir.” kaziyyesi teyid ediliyor. Zira akıl; güneş/vahiyden algıladığını fen/nur olarak akseder. İşte bu esaslardan hareketle Hak ismindeki hakikatin, yaratılanların çeşit ve adedi kadar mahiyetleriyle tecelli ederken onlardaki hareketliliğin olmasına bir vesile ve vasıta olarak meselâ esir maddesi emirber kılınmaktadır.
Bu minicik asker, boyunu aşan sayısız işleri tek başına yapmaya elbette kadir değildir. Bir askerin; ordu namına hareketiyle bir iken binler kuvvet kazanması misali bir esir maddesi vasıtasıyla binler işlerin gördürülmesi, o işleri yaptıran Allah’ın ilim, irade ve kudretinin sonsuz tecellisini gösterdiği gibi Onun saltanatının, izzet ve azametinin de yüceliğini ifade eder.
Allah’ın nimeti sadece görünen âlemde değil görünmeyen âlemde de elbette var. Mülk âleminin emirber neferi esir, atom, hava zerresi olduğu gibi melekût âleminin neferi kim? Bunları yazmadan önce zihnimde düşündüm, ondan önce kalbimde manalarını oluşturdum, onun da ötesinde bu manaları tahrik eden meyelân var ki görünen görünmeyen fiilin başıdır. Bitti mi elbette hayır. Kalbimdekilerin yapı taşı ne ise oradan aklımdaki hayal ve tasavvurlarımın da bir birim askeri olmalı ki onunla hayalimi teşkil edip, şekillendirip, suret verip, evirip çevirip ve nihayet adına şu ilim deyip dilimle ya da kalemimle hizmete sunuyorum. Şimdi sorarım, bu işlemlerdeki hüve nerede? Yok diyemeyiz, var olduğunu eserleri ile anlıyoruz. Melekûtun, bilgisayar programının, iletişimi sağlayan meselâ telefonun ana kartının, çamaşır makinesindeki ve de bilgisayardaki işlemcinin, canlıdaki DNA’nın, en küçük arştan en büyüğü olan Arş- A’zam’a, Levh-i Mahfuz’a varıncaya kadar hemen her birisinde rol alan vazifedarın adı yok mu? Kullukta kardeş olan hüveyi buralarda da unutmamak geremez mi?
Ve sonra bütün bu hâdiselerin ardındaki hikmetleri, küllî nazarıyla, geniş ve engin kulluğuyla keşfeden insan; her şeyin basitten mükemmelliğe akışını seyretmeye, kemalî mertebelerin zuhurunu tefekküre besmele ile girer, vazifenin bitiminde ise şükürle ayrılır.
Tefekkür seyahatleriyle defalarca anlaşılır ki zerreler başıboş değiller. Her şeyi kuşatan bir ilim, ona göre nasıl yol alacağını ifade eden irade ve nihayet bunların gerçekleştirilmesini hakkıyla yapan bir Kadir var.