16 Aralık 2011, Cuma
YERYÜZÜNÜ İMTİHAN DÜNYASI OLARAK
HAZIRLAYAN CENÂB-I HAK BÜTÜN ZITLARI BİRBİRİNE KARIŞTIRMIŞTIR. HAYIR ŞERLE, GÜZEL ÇİRKİNLE, FAYDA ZARARLA, SEVGİ KORKUYLA VE IŞIK KARANLIKLA BERABERDİR. BİR
ANLAMDA CENNET VE CEHENNEMİN TOHUMLARI DÜNYA TARLASINA SERPİLMİŞTİR.
FAKAT İYİ VE KÖTÜ TOHUMLAR BİRBİRİNE KARIŞTIRILMIŞTIR Kİ, İMTİHAN VE TECRÜBE OLABİLSİN VE İNSANLARIN YETENEKLERİ GELİŞEREK FARKLI DERECELERİ ORTAYA ÇIKSIN. İMTİHAN ZAMANI SONA ERDİKTEN SONRA İSE, ZITLARIN BERABER BULUNMALARININ BİR ANLAMI
KALMAYACAKTIR. İNSANLAR ÖDÜL YA DA CEZALARINI ALMAK ÜZERE DÜNYAYI TERK ETTİKLERİ GİBİ, KÂİNAT DA VE KÂİNATTAKİ ZITLAR DA "TASFİYE AMELİYATI"NA UĞRAYACAKLARDIR. İYİLİK, HAYIR VE SEVAP OLAN MADDELER
CENNETE ÇEKİLECEĞİ
GİBİ; KÖTÜLÜĞÜ, ŞERRİ
VE GÜNAHI NETİCE
VEREN MADDELER DE CEHENNEMİ
DOLDURACAKLARDIR.
Cehennemin en önemli yaratılış hikmeti Cenâb-ı Hakk’ın kendisine, isim ve sıfatlarının tecellilerine bakan yönüdür. Cenâb-ı Hakk’ın iki türlü tecellîsi vardır. Bu tecelliler farklı âlemlerde farklı hükümler alırlar. “Sıfat-ı ezeliye âlemi”nde biri Celâl, diğeri Cemal olur. “Sıfat-ı ef’âl âlemi”nde ise biri lütuf ve hüsün, diğeri kahır ve heybet şeklinde görünür. “Zikir âlemi”nde biri hamd, diğeri tesbih olur. “Âlem-i kelâm”da emir ve nehiy, “âlem-i irşad”da tebşir ve inzar olarak ortaya çıkar. İnsanın vicdanına tecelli ettiğindeyse biri reca/ümit, diğeri havf/korku olur. Ahiret âlemindeyse biri Cennet ve nur, diğeri ise Cehennem ve nâr olarak tecellî ederler. (Bkz: İşaratü’l-İ’câz, s. 66) Kâinatta karanlık, kış, hastalık, felâket, ölüm, Kıyamet vb. şekilde ortaya çıkan Cenâb-ı Hakk’ın bütün celâlî tecellileri ve bu tecellilere yol açan esma-i hüsna ise, celâl ve ihtişamın en zirve noktada görüleceği ahirette Cehennemin varlığını gerektirirler. (Bkz: Sözler, s. 165)
Cehennemin yaratılış hikmetinin Cenâb-ı Hakk’a bakan yönlerinden biri de O’nun izzeti ve namusunun bir gereği olmasıdır. Bunu bir misâlle şöyle açıklayabiliriz: Korkunç cinayetleri işleyen bir cani, bulunduğu şehrin izzetli hâkimine “Sen beni cezalandıramazsın, hapse atamazsın” diyerek meydan okusa, elbette o şehirde hiç cezaevi olmasa bile o edepsiz için bir yer yapılacaktır. Benzer şekilde küfrüyle Allah’ı inkâr eden ve isyanıyla O’nun izzetine dokunan biri için Cehennemin varlığı gereklidir.
Cehennemin bir vazifesi de dünya tarlasının ebedî bir mahzen ve ambarı olmasıdır. Yeryüzündeki her türlü şer, çirkinlik ve küfür Cehennemi netice verecektir. (Bkz: Sözler, s. 80; Şuâlar, s. 522) Başka bir ifadeyle dünya tarlasında zehirli çekirdekler ahirette sümbül verecekler, zakkum ağacı ve meyvelerine dönüşeceklerdir.
Dünyada her şeyin hakikati ve lezzeti bir açıdan zıddıyla bilinir. Karanlığın varlığı aydınlığın daha iyi fark edilmesini sağlar. Lezzet elem sayesinde daha iyi anlaşılır. Aynı sır bir yönüyle ahirette de geçerli olacaktır. Cehennemin varlığı, Cennetin pek çok lezzetinin ve güzelliklerini ortaya çıkışına hizmet edecektir. Başka bir ifadeyle Cennet olmazsa, belki Cehennem de gerçek anlamda azap yeri olmayacaktır.
Bediüzzaman Said Nursî, Şuâlar isimli eserinde bu gerçeği şu özlü ifadeleriyle dile getirir: “Nasıl ki Cennet, vücut âlemlerinin mahsulâtını taşıyor ve dünyanın yetiştirdiği tohumları bâkiyâne sümbüllendiriyor. Öyle de, Cehennem dahi, hadsiz dehşetli adem ve hiçlik âlemlerinin çok elîm neticelerini göstermek için, o adem mahsulâtlarını kavuruyor. Ve o dehşetli Cehennem fabrikası, sair vazifeleri içinde, âlem-i vücut kâinatını âlem-i adem pisliklerinden temizlettiriyor.” (Şuâlar, s. 232)
Yeryüzünü imtihan dünyası olarak hazırlayan Cenâb-ı Hak bütün zıtları birbirine karıştırmıştır. Hayır şerle, güzel çirkinle, fayda zararla, sevgi korkuyla, ışık karanlıkla ve sıcak soğukla beraberdir. Bir anlamda Cennet ve Cehennemin tohumları dünya tarlasına serpilmiştir. Fakat iyi ve kötü tohumlar birbirine karıştırılmıştır ki, imtihan ve tecrübe olabilsin ve insanların yetenekleri gelişerek farklı dereceleri ortaya çıksın. İmtihan ve tecrübe zamanı sona erdikten sonra ise, zıtların beraber bulunmalarının herhangi bir anlamı kalmayacaktır. İnsanlar ödül ya da cezalarını almak üzere dünyayı terk ettikleri gibi, kâinat da ve kâinattaki zıtlar da “tasfiye ameliyatı”na uğrayacaklardır. İyilik, hayır ve sevap olan maddeler Cennete çekileceği gibi; kötülüğü, şerri ve günahı netice veren maddeler de Cehennemi dolduracaklardır. Hakîm olan Cenâb-ı Hak kâinattaki hiçbir şeyi israf etmeyecek ve ahiretin binasında en münasip bir şekilde tavzif edecektir. (Bkz: İşârâtü’l-İ’câz, s. 192; Sözler, s. 490)
İnsan küfürle, isyanla ve günahlar kendisine emanet olarak verilen sayısız istidat ve yeteneklerini bozuyor. Ayrıca kendisine verilen göz, kulak, kalp ve ruh gibi eşsiz cihazlarını yaratılış amacında kullanmayarak ve günahlarda istimal ederek Cenâb-ı Hakk’ın hikmetine ters bir hayat sürebiliyor. Bütün bunlarla birlikte kâinattaki varlıkların Cenâb-ı Hakk’ın varlığını ve birliğini haykıran ubudiyetkârane hallerini ve şahitliklerini hiçe saymakla ve yalanlamakla büyük bir haksızlıkta bulunuyor. “Süt, ayran bozulursa yenir, yağ bozulursa zehir olur” kabilinden üstün, kıymetli bir şeyin bozulmasının daha fazla bozuk olması sırrıyla, insan küfürle ve isyanla vicdanını bozduğunda çok büyük bir değişim yaşıyor. İşte böyle bir manevî kirliliği, bozulmuşluğu ve büyük haksızlıkları ancak Cehennem temizleyebilir. İşte Cehennemin bir görevi de insanı manen temizleme ve tedip etme yeri olmasıdır.
Risâle-i Nur’da Cehennemliklerin özel elbiseleri olduğundan ve bu elbiselerin onlar için küçük bir Cehennem hükmüne geçeceğinden bahsedilir ve şöyle denilir: “Ehl-i Cehennem ise, nasıl ki dünyada gözüyle, kulağıyla, kalbiyle, eliyle, aklıyla ve hakeza bütün cihazatıyla günahlar işlemiş; elbette Cehennemde onlara göre elem verecek, azap çektirecek ve küçük bir cehennem hükmüne gelecek muhtelifü’l-cins parçalardan yapılmış elbise giydirilmek, hikmete ve adalete münafi görünmüyor. (Mektubat, s. 374)”
Cenâb-ı Hak yeryüzünü misafirhane mahiyetinde yaratmış ve koca dağları da misafirleri için hazineli direkler kılmıştır. Dağlar bir anlamda insanlar için “ihtiyat deposu”, “cihazat ambarı” ve “defineler mahzeni” hükmüne geçmiştir. Misafirlerine dağları hizmetkâr yapacak derecede ikram ve ihsan sahibi olan Cenâb-ı Hak o çok sevdiği misafirleri için ebedî âlemde ebedî hazineleri de hazırlamıştır. Fakat bu vazifeyi burada dağlar gördüğü gibi, ahirette yıldızlar göreceklerdir. (Bkz: Şualar, s. 51; Lem’alar, s. 356)
Kâinatın mükemmel sisteminde ayı dünyaya, dünyayı güneşe ve güneşi gezegenleriyle birlikte Şemsü’s-Şümus’a bağlayan Cenâb-ı Hak, sür'atle gerçekleşen bütün bu faaliyetiyle rububiyetinin haşmetini ve saltanatının gücünü, kudretini göstermektedir. Yaşanılan imtihan dünyası hikmet yeri, ahiret ise kudret yeri olduğundan, Cenâb-ı Hakk’ın ihtişamı ve kudreti ahirette çok daha parlak bir surette görülecektir. Cehennemden beslenen—ahiretin dağları hükmündeki—yıldızlar ise, Cenâb-ı Hakk’ın ihtişamının, celâlinin ve büyüklüğünün en muhteşem aynaları olacaklardır.
Risâle-i Nur’un bir başka bölümünde ahiretteki yıldızların nurunun Cennetten ve nâr ile sıcaklığının ise Cehennemden olması şöyle ifade edilir: “Zat-ı Zülcelâlin kemal-i hikmetinden ve azamet-i kudretinden ve saltanat-ı rububiyetinden uzak değildir ki, Cehennem-i Kübrâ’yı elektrik lâmbalarının fabrikasının kazanı hükmüne getirip âhirete bakan semanın yıldızlarını onunla iş’âl etsin, hararet ve kuvvet versin. Yani, âlem-i nur olan Cennetten yıldızlara nur verip, Cehennemden nar ve hararet göndersin; aynı halde, o Cehennemin bir kısmını ehl-i azaba mesken ve mahpes yapsın. (Mektubat, s. 15–16)”
İnsanın yaratılışında sürekli yaşamaya, bekaya karşı şiddetli bir aşk vardır. Ayrılıkların, ölümün olduğu dünyada bile her sevdiği şeyde bir tür beka olduğunu varsayar, öyle sever. Sevdiği şeyden ayrılacağını düşündüğünde ve fark ettiğindeyse derinden derine feryat eder. Eğer insan herhangi bir şeyin baki olduğunu varsaymazsa kesinlikle sevemez. Bütün insanlardaki bu beka aşkı, umumî ve fıtrî bir duâ hükmüne geçtiği için Cenâb-ı Hak bu makbul duâyı kabul etmiş ve ölümlü insanlar için Cennetiyle Cehennemiyle baki bir âlemi yaratmıştır. Çünkü insan için sonunda yokluk ve hiçlik olduktan sonra milyonlarca sene dünya saltanatı da yaşansa anlamsızdır. İnsan o kadar bekaya âşıktır ki, vicdanen daima “Cehennem de olsa beka isterim” der. Bu açıdan değerlendirildiğinde Cehennemin en önemli yaratılış hikmetlerinden biri de bekaya âşık insanı, meşakkatli ve azaplı da olsa, tamamıyla şer olan yokluğun karanlıklarından kurtarmış olmasıdır.
Son olarak sözü Bediüzzaman’a verip konuyu bitirelim:
“Azizim! O kâfir hakkında iki ihtimal var. O kâfir, ya ademe [yokluğa] gidecektir veya daimî bir azap içinde mevcut kalacaktır. Vücudun—velev Cehennemde olsun—ademden daha hayırlı olduğu vicdanî bir hükümdür. Zira âdem, şerr-i mahz olduğu gibi, bütün musîbet ve masiyetlerin de merciidir. Vücut ise, velev Cehennem de olsa, hayr-ı mahzdır. Maahaza, kâfirin meskeni Cehennemdir ve ebedî olarak orada kalacaktır.” (İşaratü’l İ’caz, s. 81)
Okunma Sayısı: 6494
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.