KİLİSENİN ETRAFINDAKİ DEMİR PARMAKLIKLARLAR, 1877-78 TÜRK RUS SAVAŞINDA ŞEHİT DÜŞEN TÜRK ASKERLERİNİN TÜFEK NAMLULARINDAN YAPILMIŞ. ÖNCE İNANAMADIK. FAKAT ELİMİZLE YOKLAYINCA NAMLU ARPACIKLARININ OLDUĞUNU FARK ETTİK.
Ulcinj’i (Ülgün) ziyaret
Eski Bar gezimiz sona ermişti. Vakit de daralmıştı. Fakat biz Adriyatik kıyısındaki tarihî bir şehir olan Ulcinj’i (Ülgün) ziyaret edecektik. Güneye doğru hareket ettik. Daha şehirden ayrılmadan iki minareli ve kubbeli yeni bir yapı gördük. Henüz bitmemişti. Beş sene önce temelinin atıldığını söylediler. Burası Yeni Cami adıyla da bilinen Bar İslâm Merkezi’ydi (İslamic Center Bar).
Bar-Ülgün arası yaklaşık 30 km kadar. Bu mesafeyi hızla katederken gür ormanlarla kaplı yamaçları seyrediyordum. Bir ara yeşillikler arasında şirin bir minare ve küçük bir cami gördük. Bar’a bağlı köyler içinde camisi olanların sayısının hiç de az olmadığını sonradan öğrendik.
Bu kadar kısa mesafede yine tünellerle karşılaştık. Sanırım coğrafî peyzajı kısmen korumak için böyle yapılmış olabilir. Zeytinlikler, kireçtaşı tepeler ve dağlar, maki, solumuzdaki güzellikleri oluşturuyordu. Sağımız ise dantela gibi kıyılar ve masmavi Adriyatikti. Bu ülkede kıyıların yağmalanmasına pek rastlanmıyordu. Allah’ın verdiği güzellikleri herkes çoluk çocuk doya doya nesilden nesile seyrediyor ve faydalanıyordu. Güzellikler kişilerin inhisarında değildi.
Bu düşünceler içinde Ülgün’e geldiğimizi fark ettim. Camiler ve saat kulesi bizi karşıladı. Ülgün’de Bar’dan daha çok cami mevcuttur. Müslüman nüfusun oranı da daha fazladır. Ülgün’ün kent olarak nüfusu 10 000, il olarak 20 000 dir. Müslüman nüfus oranı her iki durumda da % 75 oranındadır. Şehir merkezinde de 6-7 kadar cami vardır.
Otobüsümüz doğrudan limana indi ve bir kenara, kale surlarının altına park etti. Küçük fakat şipşirin bir koy, temiz bir deniz beyaz köpüklü dalgalar, ihtişamlı kale,, kıyıdaki biblo gibi cami dikkatimizi ilk çekenler oldu. Bir anda kendimizi sanki Türkiye’nin bir Akdeniz kıyı şehrindeymiş gibi hissettik. Hemen fotoğraf makinalarımıza sarıldık ve önemli gördüğümüz şeyleri çekmeye başladık. Ben makinemi kıyıdaki şirin camiye çevirdim. Onun birkaç poz resmini çektim. Bir cami ancak bu kadar şirin olabilir ve kıyıya bu kadar yakışabilir ve onu bu kadar güzelleştirebilirdi. Sonradan bu güzel ve küçük caminin Ülgün’deki adının Dzamija Marinarve, yani Türkçe karşılığı ile ‘Liman Camii’ olduğunu öğrendim. XVIII. Yüzyılda yapılmıştı, ama son yıllarda restore edilmişti. Ülgün’ü Ülgün yapan eserlerden en başta geleniydi bence.
Ülgün şehri küçük fakat doğal liman olabilecek bir koyun kenarında. Esas çekirdeğini kale teşkil ediyor. Daha sonraki yıllarda şehir kale dışına çıkmış ve etrafa doğru biraz yayılmış. Koy güneybatı rüzgârlarına açık Diğerlerine kapalı. Geniş bir kumsalı var. Günümüzde plaj olarak işlev görüyor. Fakat koy biraz sığ.
Ülgün’ün merkezî kısmı kıyıdan biraz içerde bulunmaktadır. Günümüz Ülgün’ünde, kent alanında 9 cami bulunduğu ifade edilmektedir (Agoviç 2001). Vaktimiz kısıtlı olduğundan bunları gezmek mümkün olmadı. Fakat bir grup arkadaşımız Liman Camii’ni ziyaret etmek fırsatını buldu. Şehir içindekilerden Ljamina Camii 1689, Pasina Camii 1719, Vrhpazar (Kryepazarit) Camii 1749, Bregut Camii 1783 tarihlidir. Ülgün nüfusunda Müslüman Arnavutlar ağırlıktadır. Bu nedenle camilerin adlarının hem onlar tarafından söyleniş biçimi hem de diğer Karadağ Müslümanlarınca söyleniş ve yazılışları farklıdır. Bazen bu durum cami adlarında karışıklığa sebep olmaktadır.
Evliya Çelebi, Seyahatnamesi’nde Ülgün
Evliya Çelebi, Seyahatnamesi’nde Ülgün hakkında şunlar yazmıştır: “Ölgün kalesi, İskenderiye Sancağı Beyi’nin hası olup hâlen Voyvodalıktır. Yüzelli akçelik kazadır. Venedik Körfezinde altıgen şeklinde bir kaledir. Hisar içinde Mehmed Han Camii, bütün nefer evleri, örtülü evciklerdir. Zahire ambarları, cephane hazinesi, su sarnıçları var. Gayet büyük balyemez topları vardır. Kale kapısı önünde Dizdar Ağa lonca yerinde oturup yediyüz adet Arnavut gazileri kale neferiyle muhafazadadırlar. Bu kale deniz kıyısında olmakla yirmi adet firkateleri kale limanında durur. Başka kasabalarda da Arnavut yiğitleri gelüp firkatelere girerek düşman tarafını yakıp yıkar. Hesapsız mal ve esir alarak Ölgüne gelirler ve öşür verirler ve mirlivâya öşür verirler. Hakîr, bu kaleyi seyrederken yedi adet firkate Pulye kâfiristanından ganimet malı ile gelüp…”
Kafilemiz limanda etrafı kısaca seyrettikten sonra dik merdivenlerden tarihî Ülgün kalesine tırmanmaya başladı. Çıktıkça manzara daha da güzelleşti ve açıldı. Bu kıyılar Bizim Ege ve Akdeniz kıyılarımızı aratmayacak güzellikteydi. Ülgün Kalesi bütün sağlamlığı ile ayaktaydı. Surlar dik bir eğimle denize iniyorlardı. Kalenin uzaktan görünüşünden de muhkem bir kale olduğu anlaşılıyordu. Kale Venedik yapısıdır. 1478’de Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedilmiştir. Daha sonra Venedikliler geriye almıştır. 1571’de tekrar kesin olarak Osmanlılara geçmiştir.
Dar ve kemerli bir kapıdan geçerek kalenin surlarında içeriye girdik. Kafile burada yemek molası verecekti. Yemek çeşitleri Türk mutfağından seçilmiş ve ona göre hazırlanmıştı. Kendi kendimize servis yaptık. Hakikaten çok çeşitli yemekler ve tatlılar yapılmıştı. Sarmalar, kebaplar, çorbalar, sebze yemekleri, börekler… Herkes istediğinden istediği kadar alıyordu. Karadağ’da kaldığımız birkaç gün zarfında yemek kültürlerinin bize çok fazla benzemediğini fark ettim. Sadece “burek” adı verilen bir yiyeceğin bizim böreğimiz olduğunu gördüm. Tatlıları pasta tarzında idi, zeytinyağlı yemekler hemen hemen hiç ortada görünmedi. Et biraz ağırlıklı idi, fakat yemek olarak hazırlanma tarzı bizimkinden çok farklıydı. Görüşü bile biraz itici gelmişti.
Neşe içinde yemeklerimizi yedik. Herkes kendi arasında şen şakrak sohbet ediyordu. Karadağ dilindeki sözcüklerle Türkçe konuşmalar birbirine karışıyor havada savrulup gidiyordu. Güzel bir atmosferdi. Hava parçalı bulutlu ve ılıktı. Beyaz bulutlar, mavi deniz, parlak güneş, yeşillere bürünmüş yüksek dağlar, dalgalar manzarayı bütünleyen parçalardı.
Kale içinde gezilecek yerler çoktu, fakat programa göre de vaktimiz azalmıştı. Hep beraber kalktık, hazırlıyanlara çok teşekkür ettik. Kaleden ayrılırken bir kara incir, bir zeytin ağacı dikkatimiz çekti. Zeytinler kararmaya başlamıştı. Kale içindeki Osmanlı çeşmesi de ortadan kaldırılmış, yerine “Rotary Clup” tarafından zevksiz bir çeşme yaptırılmıştı.
Kalenin dik merdivenlerinden aşağı inerek limanda bizi bekleyen otobüsümüze bindik. Artık Kotor’a gidecektik. Vakit de epeyce ilerlemiş ikindi olmuştu. Artık yolumuz kuzeye doğruydu. Önce Bar şehrinden geçtik. Sonra Sutomore (Sütliman deniz) kavşağına geldik. Burada Petrovac yoluna saptık. Hep kuzeye gidersek bu yol bizi Kotor’a götürecekti.
Solumuzda deniz ve kıyıyı sağımızda dağları seyrederek ilerliyorduk. Girintili çıkıntılı, dantela gibi yağmalanmamış güzel kıyılar. Sık orman ve çalılıklarla kaplı yüksek ve yeşil dağlar. Ruha rahatlık veren manzaraları seyredip giderken Petrovac’a yaklaşmıştık. Sol tarafta biraz ilerimizde denizde iki adacık gözümüze çarptı. Bunlar Petrovac önlerinde bulunan Katic ve Sveti Nedelja adacığı idi. İkincisinin üzerinde küçücük bir kilise mevcuttu. Karadağ’da kilise yapılarının çokluğu dikkatimizi çekti. Cemaatini pek göremedik, fakat kiliseleri için elinden gelenleri hiç esirgemediklerini fark ettik. Ülkenin her yanını ulaşabildikleri her köşesini kiliselerle donatmışlardı. Kiliselerine sıkı sarılıp bağlanmışlardı.
Otobüsümüz Petrovac’ı da geriye bırakarak kuzeye doğru yoluna devam etti. Budva’ya doğru yaklaşırken güneş de deniz ufkuna doğru inmeye başlamıştı. Manzara bir kat daha güzelleşmişti. Yolcuların hiçbirinin bu güzel kıyılardan hızla geçilip gidilmesine gönlü razı olmuyordu. Şoförümüzden fotoğraf çekmek için biraz durmasını rica ettiler. Yol tek şeritli ve virajlı olmasına rağmen müsait bir kenarda durdu. Manzara eşsiz güzellikte, fakat ışığın geliş yönü çekime hiç uygun olmamasına rağmen yine de deklanşöre basmaktan kendimizi alamadık. Piri Reis de Kitab-ı Bahriyesinde bu güzel manzarayı övmüştür.
Kısaca, Budva Koyu (veya körfezi) adı verilen bu kıyılarda, koycuklar, yarımadacıklar, adacıklar, temiz mavi ve berrak bir deniz, kumsallar, beyaz kireç taşlarında oluşmuş falezler, ormanlı dağlar ve şirin köyler yer alır. Bunlar arasında Sveti Stefan tombolusu adı verilen yarımadacık ile Sveti Nikola adı verilen ada çok ünlüdür.
Tombolo coğrafî bir terim olup bir ada veya adacığın dalgaların sürükleyip yığdığı kum birikintileriyle ana karaya bağlanmasını ifade eder. Aslında ada ve kara arasındaki bağlantıyı sağlayan birikim şekline tombolo denirken. Daha sonra yeni oluşan şeklin tümünü ifade eden bir anlam kazanmıştır. Budva Koyu kıyısındaki tombolo da böyle bir kıyı şeklidir. Bağlanan adacığın üzerindeki yerleşimin asliyeti pek bozulmadan günümüze kadar gelmiştir.
Budva önlerindeki diğer doğal oluşum Sveti Nikola adasıdır. Bu bir kenarı yüksek diğer kenarı alçak doğuya doğru eğimlenmiş üzeri gür bir ağaç topluluğu tarafından örtülmüş bir adadır. Körfeze ayrı bir güzellik katmakta ve doğal bir liman oluşturmaktadır.
Karadağ’da kıyılara ve diğer doğal güzelliklere ve değerlere zarar vermemek için bilinçli bir şekilde azamî dikkat gösterildiğini fark ettik. Aklımıza bizim ülkemizde bu konuda çıkmış olan, fakat uygulanamayan kıyı kanunu, orman kanunu, tarihî eserler kanunu, av kanunu, çevre kanunu, yer altı suları kanunu, millî parklar kanunu gibi pek çok kanun geldi. Tüm bunlara rağmen ülkemizde müthiş bir tahribat hüküm sürüyordu. Neden bu durumda olduğumuzu uzun uzun düşündüm.
Budva tarihî kaynaklarda bir Venedik Kalesi olarak geçmektedir. Buranın Osmanlılarca fethedilmiş olduğuna dair bir belge yoktur. Kıyıda tarihî bir kalesi mevcuttur. Nüfusu hâlen 10 000 kadardır. Bir turizm merkezidir. Budvada cami mevcut değildir. Müslüman nüfus oranının % 1 kadar olduğu kaynaklarda belirtilmektedir.
Vaktimiz daraldığı için Budva’dan transit geçerek Kotor’a doğru ilerledik. Tivat Kavşağına geldik. Biz sağa doğru yolumuza devam ettik. Yine yüksek ve gür ormanlı yerleri geçtik. Önümüze gelen bir dağı 2 km’lik bir tünelle geçtikten sonra Kotor Koyu’nu ve Kotor şehrini karşımızda gördük. Kotor kuzey güney doğrultulu dar ve uzun bir tâlî körfezin veya koyun güney ucunda yer alan tarihî bir liman kenti. Denizciliği çok meşhurdur. Yüzyıllarca Venedik’e ait olmuştu. Osmanlılar burayı fethetmemişler, fakat Kotor’u vergiye bağlamışlardı. Çünkü ana körfez olan Kotor Körfezi’nin çıkışını tutan Castelnova (HercegNovi) Osmanlıların elindeydi.
Kotor Şehri
Kotor manzara olarak güzel bir şehir, doğal bir limandır. İki tarafında dik yamaçlı yüksek, kayalık (kireçtaşından) dağlar yeralır. Otobüsümüz Kotor Kalesi’nin yanına park etti. Surlar sapasağlam duruyordu. Vakit akşamdı. Bu tarihî kenti uzun uzun dolaşmaya pek vaktimiz olmadı. Kotorun iki kalesi olduğu dikkatimi çekti. Biri kıyıdaki aşağı kale diğeri de doğusundaki dağların yamacına kurulmuş yukarı kale. Biz aşağı kaleyi kısaca gezebildik. Bu eski Venedik şehri tamamen sit alanı idi. İçersinde sadece yayalar dolaşabiliyordu. Kent dokusu ve binaları XVII. Yüzyılın özelliği aynen korunmuştu. Hepsi de muntazam yapılı taş binalardı. Sokaklar dar, taş döşeli ve pırıl pırıldı. Bir saat kulesi, bazı güzel yapılar ve kiliseler gözüme çarptı. Burasını sadece Karadağ değil bütün Avrupa koruyor ve gözbebeği gibi bakıyordu. Şehrin kuzey ve güneybatı surları çok sağlam yapılmıştı. Kuzey surları yanından Skurda akarsuyu geçiyordu. Mümkün olabildiğince fotoğraf çekmeye çalıştık. En çok dikkatimi çeken Piri Reisin Kitab-ı Bahriye’sinde belirttiği gibi şehrin üzerinde bir semer gibi yükselen dağ ile dağın dik yamaçlarına belirli bir açı ile gelen akşam güneşinin ışıkları idi. Piri Reis Kotor’u şöyle anlatıyordu: “Kotor, 18 mil uzunluğunda bir körfezin içindedir. Venedik’e tâbi olan bu kale deniz kenarındadır. Kalenin üzerinde yüksek bir dağ vardır ki yazın öğleden sonra dağın harareti kaleye vurur ve çok sıcak olur. Çünkü güneşe karşı bir yerdir. Dağın iki tarafından iki su akar ve denize dökülür. Bu dağ iyi bir nişandır (kerteriz). Çünkü uzaktan at eğeri gibi görünür. İyi bir limandır. Kale önüne büyük gemiler gelebilirler.”
Şehir içindeki kısa turumuzu tamamlarken gayet sanatkârane yapılmış gösterişli bir kilisenin açık kapısından içeriye baktım. Kilisenin bütün duvarları resimlerle ve heykellerle doldurulmuştu. İçi gayet tezyinatlıydı. Fakat birkaç kişiden başka kimse yoktu. Binanın dışında da duvarda kabartma hâlinde 809 rakamını okudum. Sonradan bu görkemli kilisenin Andrija Katedrali olduğunu öğrendi. O tarihte yapılmış olan bir Katolik kilisesi. Kotor’da Katolik nüfus baskın. Fakat kilisenin puthaneye dönmüş iç kısmını görünce aklıma Baki’nin yazdığı “Kanunî Mersiyesi”nin şu beyti aklıma geldi.
“Aldın hezâr bütgedeyi mescid eyledin,
Nâkus yerlerinde okuttun ezânları”
Artık akşam olmuş etrafa alaca karanlık çökmüştü. Hemen toparlanıp otobüsümüze bindik. İstikamet Karadağ’ın eski başşehri Çetine idi.
Karadağ’ın eski başşehri Çetine
Geldiğimiz yoldan Budva’ya döndük ve oradan Çetine yönüne gittik. Hava karardığı için dışarıdaki manzarayı görmek mümkün değildi. Gözlem notlarını yazdığım defterimi kapattım. Bir ara yan koltukta oturan arkadaşım, ışıl ışıl parlayan bir sahayı işaret ederek “Buda” dedi. Otobüsümüzün sürekli yükseldiğini hissediyorduk. Bu zorlu dağları karayolu ile aşmak kolay değildi. Otobüsümüz 900 m rakımına kadar yükselmişti. Nihayet 658 m rakımındaki Çetineye gelmiştik. Fakat iyice gece olmuştu. Otobüsle şehrin içinde bir tur attık. Mihmandarımız bize açıklamalarda bulundu. Işıklara rağmen gece gözüyle pek bir şey seçilemiyordu. Sadece caddelerin düzgünlüğünü şehrin sakinliğini ve bulvarların çokluğunu fark edebildim. Bir ara güzel bir mimarîye sahip bir kilisenin önünde durduk. Yakınlarında bir de tunçtan heykel vardı. Burayı başkente benzetmek için Karadağ kralları çok çaba sarfetmişti.
Durduğumuz kilisenin etrafı demir parmaklıklarla çevrilmişti. Mihmandarımız bu parmaklıkların 1877-78 Türk Rus Savaşında şehit düşen Türk askerlerinin tüfek namlularından yapıldığını açıkladı. Hepimiz önce inanamadık. Fakat elimizle yoklayınca namlu arpacıklarının olduğunu fark ederek donup kaldık. Karadağlılarda güçlü bir Hristiyan fanatizmi mevcuttu. Hâlen de bu duygu ve düşünceleri üzerlerinden atmış değiller. Parmaklıların önüne bir yüksek beton ayak üzerine metalden bir kitabe yerleştirmişlerdi. Burada kilisenin yapılış sebebi yazıyordu. Bunu fotoğrafladım. Bu kilisenin Vlaska Kilisesi (Vlaska Crkva) olduğunu söylediler.
Çetine’yi gündüz gözüyle göremediğimize hakikaten üzüldük. Bizler için ibret ve ders alınacak daha çok şeyler olduğunu sonradan öğrendik.
Podgoriçe’ye dönüş
Yirmi dakika kadar süren bu kısa gezimizden sonra otobüsümüze bindik ve yeni başkent Podgoriçe’nin yolunu tuttuk. Sürekli alçalarak nihayet Podgoriçe’ye geldik. Saat 22.00 olmuştu. Yorgun fakat mutlu idik.
Karadağ gezisinin bize öğrettiği çok şey olmuştu. Bizler ne Karadağ ne de İslamiyet’in oradaki durumu hakkında bilgi sahibi değildik. Bu dinin 1878’den beri o diyarlarda her türlü baskı altında yalnız kimsesiz ve yardımsız bu güne kadar gelebilmesi bir mucize sayılırdı. Karadağ Müslümanlarının sessiz fakat şuurlu ve azimli insanlar oldukları anlaşılıyordu.
Karadağlılar da kendi açılarından öyleydi. Bize vatandaşlık vatanseverlik ve medeniyet dersi verdiler. Vatanlarını çok seviyorlar ve değerlerine şuurlu bir şekilde sahip çıkıyorlardı. Karadağ’da en görkemli en güzel en gösterişli en bakımlı eserler kiliselerdi. Kiliselerini süslemişler ve uzaktan pırıl pırıl pırıldayan binalar hâline getirmişlerdi. Herkes kendi işini bir vatanseverlik duygusu içinde tam yapıyordu. Senelerce Osmanlılarla kıyasıya bağımsızlık savaşı vermelerine ve eskiden fanatizm derecesinde düşmanlık duygularına sahip olmalarına rağmen küçücük vatanlarına dört elle sarılmaları, her bir taşına toprağına ayrı ayrı değer vermeleri ve korumaları beni hayranlığa varan bir gıpta içinde bırakmıştı.
Artık bizim Karadağ ile ortak bir sınırımız yok. İki devletin arasında yüzlerce kilometre mesafe var. Tarihin sayfalarındaki acılar ve kinleri bir tarafa bırakılarak bu günlere bakılmalıdır. Oradaki Müslümanların serbest demokratik ortamlarda devletleri için daha yararlı vatandaşlar olacağına şüphe yoktur. Karadağ devleti de henüz yeni adım attığı demokratik ortamda Türkiye’nin kendisine daima dost elini uzatacağından emin olmalıdır.
KAYNAKLAR
Agovic, B.; (2001), “Dzamije U Crnoj Gori”, Almanah, Podgorica.
Andreasyan, H.D.; İnciciyan, P.L.;(1974), “Osmanlı Rumelisi Tarih ve Coğrafyası”, Güneydoğu Avrupa Araştırmaları Dergisi sayı: 2-3, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, İstanbul.
Andreasyan, H.D.; İnciciyan, P.L.; (1976), “Osmanlı Rumelisi Tarih ve Coğrafyası”, Güneydoğu Avrupa Araştırmaları Dergisi sayı: 4-5, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, İstanbul.
Anonim, (1954-1963), Mufassal Osmanlı Tarihi, Cilt: I-VI, İskit ve Güven Yayınevi, İstanbul.
Evliya Çelebi Seyahatnamesi Cilt: 5-6 (1978), Üçdal Neşriyat, İstanbul.
İzbırak, R. (1964), Coğrafya Terimleri Sözlüğü, Doğuş Matbaacılık ve Ticaret Limited Şirketi Matbaası, Ankara.
Pepiç, A. (1960), Podgoriça’nın Kısa Bir Tarihçesi (The Short History of Podgorica), OTAM (Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi, Sayı: 1-18, Ankara.
Piri Reis, Kitab-ı Bahriyye, Cilt 1-2 (1973, ) sadeleştiren Yavuz Senemoğlu, Tercüman 1001 Temel Eser, İstanbul.
SON
YRD. DOÇ. DR. SÜLEYMAN SÖNMEZ
Balıkesir Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Coğrafya Bölümü Öğretim Üyesi