Cemaat bu işlere başlarken sıfırdan başladı. Müessese bir sıkıntıya girdiği zaman cemaat toplanır. Durumun nezaketini anlatırız. Onlardan destek talep eder, öyle aşarız. Öyle aşarak geldik.
Nur hizmetini daha yakından tanıma ve Türkiye’nin son elli, elli beş yılını Nurculuk perspektifinden değerlendirmek için...
Burada Fırıncı Ağabey meselesine ait yaşadıklarımı aktaracağım: 1990 olayında bence tek sorumlu Fırıncı Ağabeydir. Tabiî ona göre de sorumlu “ben”im.
Fırıncı Ağabeyde, Zübeyir Ağabeyin vefatından sonra bir rahatsızlık meydana gelmişti. O rahatsızlığı gideremedi, gideremedik. Belki benim pozisyonumda, konumumda kendisi olmak istiyordu veya kendisinin Zübeyir Ağabeyin boşluğunu doldurup, kendisine tâbi olmamızı istiyordu. Bunu “Esas Zübeyir Ağabeyin vârisi benim” şeklinde belirtmişti de.
Fırıncı Ağabeyin bu rahatsızlığına şu açıklamayı getirebilirim: Üstlendiğim hizmet ve görevler bakımından, belki mizacım dolayısıyla onu rahatsız etmiş olabilirim.
Ancak, bu cemaate ait bütün hizmetleri bana Zübeyir Ağabey ya da diğer ağabeyler vermişlerdi. Bunu herkes bilir, bize çok fazla düşmanlığı yoksa kabul eder.
Ben hiçbir zaman bu görevleri üstlenmek için ne mücadele içinde oldum, ne de kulis atma gibi durumların içine girdim.
Bu vazifeler, hep gıyabımda bana tevdi edildi. Bunların hepsi de Zübeyir Ağabeyin vefatına kadar neticelenmiş olan hadiselerdi. Ben talebe hizmetlerine bakıyordum. En küçük ihtiyaçlarına kadar, her şeyiyle bilfiil meşgul oldum. O vazife benim üzerimde kaldı. Ben “gasp” ederek, bir şeyi hedeflemiş olarak almış değildim. Risale-i Nur’dan almış olduğum şuurla, hizmet aşkıyla bunu yaptım.
Sonra İttihad çıktı. Benim gıyabımda karar verilmiş. Ortaklardan biri, beni yapmışlar. Ağabeyler, bilhassa Zübeyir Ağabey böyle karar vermiş.
Böyle birkaç görev benim üzerimde birikince, Zübeyir Ağabeye, “Ağabey bu kadar işim var üzerimde” diye itiraz etmişimdir. O da “Karışma kardeşim sen. Ne itiraz ediyorsun?” diye beni terslemiştir.
Yeni Asya’nın günlük çıkma kararı alınınca, yine ağabeylerin toplantıları sonucu, gazete 21 Şubat 1970’de hayata geçti. Onun başına, sahip olarak da yine beni koydular.
Bu kararı bütün ağabeyler birlikte vermişlerdi, yine benim gıyabımda.
Gazetenin sahibi olarak hizmetlerde dışa dönük, sosyal ilişkilerde ben görünüyordum: Gazete, cemaati organizasyonlar, talebelerin organize edilmesi... Bu durum “görev gereği” böyle sürüyordu. Benim illâ ki böyle olması noktasında bir isteğim hiçbir zaman olmadı. Bana tevdi edilen görevleri yerine getiriyordum. Bunun bedelleri de oluyordu. Onları da şahsen ödüyordum. Ama Fırıncı Ağabeyin bunlardan rahatsız olduğunu da çok zaman hissediyordum. Bazen münakaşa da ediyorduk. Mizacımın itici olduğunun da farkındaydım. Fırıncı Ağabey sabırlıydı.
Bu rahatsızlığı hissettiğim için, her zaman üzerimdeki birtakım görevleri arkadaşlardan bazılarına tevdi etmeyi hep istiyordum; ama özellikle Fırıncı Ağabey kabullenmiyorlardı.
Teklife rağmen görevleri, sorumlulukları üstlenmese de, Fırıncı Ağabeyin, belki “Dağdan gelen bağdakini kovuyor” şeklinde bir ruh haleti içine girdiğini görüyordum. Aramızda hissî ve şahsî bir rahatsızlık gelişiyordu.
Ben bu durumun, aramızdaki ilişkiye ve dolayısıyla hizmete zarar verecek bir hale bürünmemesi için gayret ettim. Zübeyir Ağabeyin vefatından sonra daha önce bahsettiğim gibi, meşveretle hizmetleri götürmek üzere anlaştık.
1990’a kadar, bu sözü -aksamalara rağmen- tutmaya çalıştık.
1980’e kadar Fırıncı Ağabeyle beraberdik. Bu beraberlik 1987-1988’e kadar, tam bir dayanışma halinde olmasa da sürdü. Fırıncı Ağabeyle aramızın açılması, müessese içi sıkıntı ve gruplaşmalarla birlikte iyice su yüzüne çıktı.
O arada Yakın Tarih Ansiklopedisi’ni hazırlamaya başladık. Promosyon olarak değerlendirip; gazeteyi, bir nebze de olsa sıkıntıdan kurtarmayı düşünmüştük. Bu bakımından bir çıkış yolu olarak da düşünülmüştü Yakın Tarih Ansiklopedisi.
Bu arada müessese, iç sıkıntıların yanında maddî sıkıntıya da girdi.
Cemaat bu işlere başlarken sıfırdan başladı. Cemaatin malını nemalandırdık. Hiçbir şekilde cemaatin malını yemedim, yedirmedim. Tersi olsa, o müesseseler meydana gelir miydi? Biz ne bulduysak, hep gelişmek için oraya aktardık. Zekât, yardım ne olsa oraya koyduk. Kimseye de bilerek bir şey yedirmedim. (…) Hayatım bunun delilidir.
Müessese bir sıkıntıya girdiği zaman cemaat toplanır. Durumun nezaketini anlatırız. Onlardan destek talep eder, öyle aşarız. Öyle aşarak geldik.
O dönemdeki sıkıntıları göğüsledikten sonra, cemaate zarar vermiş olmamak için, özel hayatıma çekilmeyi kararlaştırmıştım. Bu arada, cemaatin mallarına zarar gelmemesi için üzerimde ne kadar mal, hisse senedi varsa hepsini Fırıncı ve Birinci Ağabeylere devrettim. Hukukî noktada bir zarar gelecekse şahsıma gelsin, ama cemaatime gelmesin düşüncesi ile bu tedbiri düşündüm ve uyguladım.
Bu konudaki felsefem şuydu: İdareci ben olduğuma göre bilgim olmadan ve ihanete uğrayarak da olsa bu bedeli ödemem gerekmekteydi. Ancak şunu istemek hakkımdı. Malî bedeli, sebep olanlar ödemeliydi. Çünkü bütün emval onların elinde ve üzerindeydi, artık. Alacaklılara ben muhatap olmayacaktım. Bunu kabul etmediler. Beni tamamen yalnız bıraktılar.
Sonra cemaati topladık, karzlar aldık, birtakım tedbirler geliştirdik. Malî durumu yoluna soktuk.
Onlar sıkıntılı günlerimizdi; ama ben şunu yaptım: Hiç kimseyi suçlamadım. Cenâb-ı Hakk’a iltica ettim. İhanet edenlere de bir şey yapmadım.
Tesellim şuydu: Cenâb-ı Hakk’a iltica ederken, “Ya Rabbi, Sen biliyorsun. Benim bunda bilgim yok. Ben burada bir ihanete uğradım. Beni Senden başka da kimse kurtaramaz.
Birinci Lem’a’daki gibi ‘Esbab bilcümle sukut etti.’ Senden gelene razıyım” dedim.
Ben üstümdeki her şeyi Fırıncı ve Birinci Ağabeye teslim ettikten sonra, İstanbul esnafını Çarşamba’daki vakfın merkezinde topladık.
Onlara durumu anlattım: “Böyle böyle bir sıkıntıya maruz kaldık. Hizmet sizin; desteğe ihtiyacımız var” dedim. Cemaatten para istedik.
İş, Yenibosna’daki tesislerden “kovulma” durumuna kadar geldi, çattı.
O olay, aramızdaki meslek, Üstadın tarzı gibi konulardaki farklı düşünüşümüz dolayısıyla cereyan etmedi. Tamamen şahsiydi. Bilhassa Fırıncı Ağabeyin şahsımdan duyduğu rahatsızlığın bir sonucuydu.
Sürekli şikâyet etmek, ama çözüm getirmemek, ister istemez bende hedefin “üzüm yemek” değil, “bağcı dövmek” olduğu fikrini doğuruyordu. Çünkü bana yüklenen sorumluluklar hayli fazlaydı. Eğer aksayan bir taraf varsa, normal olan aksamayı düzeltmeye yönelik teklifler getirmek, hatta görev almak idi. Ama böyle davranılmıyordu. Bırakın yardımı, desteği tahrip edercesine bir tenkit mekanizması işletiliyordu.
Bunları yapanların niyetleri, belki doğrudan hizmeti tahrip etmek olmayabilirdi, ama tavırları, netice itibarıyla hizmetlerdeki bir takım aksaklıkları ortaya koymaya çalışarak şahsımı çürütmeyi sonuç veriyordu.
İhtilâflar ve getirdiği bölünüp parçalanmaların, belki bir iyi yönü şimdi cemaatimiz tarafından uygulanan “meşveret sisteminin oturması” olmuştur denilebilir. Bütün hizmetlerimiz, artık şahıslardan ziyade hizmet bölgesinin meşveret heyetlerince yürütülmektedir.
Çünkü bizim sistemimiz, Üstadın koyduğu meşveret ve şûrâ meselesi, anlaşma, uzlaşma meselesidir. İşleri meşveret ederek karara bağlama meselesidir.
Fotoğraf: MURAT SAYAN - Yeni Asya