Beni sorgulamaya gelen insanlar bütün gruplarımızı, her hadiseyi bilen, şahısları tanıyan insanlardı. İçimizde dolaşmış insanlar olabilirlerdi. Gözüm bağlı sorgulamak istediler, kabul etmedim. Biraz sessizlik oldu, biri “Açın” dedi. Sorguya başladılar...
Nur hizmetini daha yakından tanıma ve Türkiye’nin son elli, elli beş yılını Nurculuk perspektifinden değerlendirmek için...
MİT’LE YÜZ YÜZE
Nezaretteki üçüncü veya dördüncü gündü; tam hatırlamıyorum. Bir polis geldi:
“Millî İstihbarattan ekip geldi. Sizi bu gece sorgulayacaklar. Başta sizden başlayacaklar” dedi. Akşam üzereydi. Yedi buçuk, sekize doğru geldiler.
Polis, “Sizi yukarıya çağırıyorlar” dedi. Baktım, “Yukarıya çıkarken gözünüzü bağlayacağız” dedi. Ben, “Niye müsaade edeyim ki? Niye gözümüzü bağlayacaksınız? Ben bağlatmam” dedim.
Polis, “Ben sizi, vazifemi yapmış olarak, gözü bağlı olarak yukarıya çıkarayım. Siz heyetin huzurunda onlara söyleyeceğinizi söyleyin. Ben memurum. Ben emir kuluyum. Ne yapayım?” dedi.
“Peki” dedim. Gözü bağlı olarak sorgu odasına koydular.
İçeride insan olduğu belliydi. Ben tabiî onlara, “Şu benim gözümü açın” dedim. “Açın, ben böyle konuşmam” dedim.
Bu sefer onlar, “Vallahi bu işin usûlü bu. Biz bütün sorgulamalarımızı gözü kapalı olarak yaparız. Lütfen bunu bizden istemeyin” dedi.
Ben, “Lütfen, siz de benden gözü bağlı konuşmamı istemeyin” dedim.
“Biz mecburuz. Böyle yapacağız.” dediler.
“Sizin kendinize göre bir prensibiniz var. Ben de şunu kesin olarak söylüyorum. Size bir tek kelime konuşmayacağım. Ne yapıyorsanız, yapın” dedim.
Biraz sessizlik oldu. Onlar ne yapıyorlarsa? Belki benim bu kararlılığımdan, belki de isnat edilen suç terör suçu olmadığından biri, “Açın” dedi.
Beni sorgulamaya gelen insanlar Nurculuk uzmanı olan insanlardı. Bütün gruplarımızı, her hadiseyi bilen, şahısları tanıyan insanlardı. İçimizde dolaşmış insanlar olabilirlerdi. Dolayısıyla kendilerinin tanınmasını istemiyor olabilirlerdi.
Göz bağını çözdüler. Baktım sekiz, dokuz kişiydiler. Bir kısmı, zaten o şubenin adamıydı. Dört, beş kişi de MİT’tendi.
“Bakın, şimdi ne güzel. Böyle rahat rahat konuşuruz. Biz hiç kimsenin burnunu kanatmadık. Sizi tanımış olmam, ille de sizden intikam almak gibi bir muameleye itmez beni. Bizim gizli bir işimiz yok” dedim.
“NİYE BU MEVLİDİ YAPTINIZ?”
Sorguya başladılar:
“Niye bu mevlidi yaptınız?”
“Niye yapmayalım ki? Bu bizim eskiden beri geleneğimizdir. 1967’lerden beri bu mevlidler yapılıyor. 12 Eylül’den sonra yaptırmadınız, bıraktık. Şimdi ise bunu Ankara’da yapalım dedik. Bizim inancımızın, örfümüzün, geleneğimizin neticesidir. Doğumda, ölümde, sünnette, her şeyde mevlit yapılır. Ne var yani bunda?”
“İyi, ama niye Ankara’da yaptınız?”
“Ankara’da yaptığımızın sebebi; biz bir cemaatiz. Ulaşım meselesi önemliydi. Gayet tabiî nerede daha rahat ulaşım varsa, orasını tercih etmekten tabiî ne olabilir? Bunun için Ankara’yı seçtik. Hem Kocatepe Camii buna müsait.”
“İyi, ama niye 28 Ekim’de bunu yapıyorsunuz?”
“Bizim için 28 Ekim, 29 Ekim diye bir şey yok. O zaman müsaitti. Gerek esnafın, gerek memurun, gerek talebenin katılabileceği müsait gün o gündü. Hatta bunu bir hafta evvel yapacaktık. Mâniler çıktı. Bir hafta sonraya aldık. O da 28 Ekim’e rastladı. O gün yaptık. Bizim başka bir gayemiz yok.”
“Siz mi bunları organize edip, paraları verip, arabalar tuttunuz? Bu kadar insan buraya nasıl geldi?”
“Sevdiği bir insan için mevlid tertip edilmişse niye gelmesin ki? Biz de genel manada resmî zevatı da dâvet ettik. Sevenler kendi aralarında birleşerek, otobüsler tutup, kendi imkânlarıyla dâvete geldi. Bundan tabiî ne olabilir? Niye ben kendim para vereyim ki? Bu az bir para mıdır? Nur Talebeleri kendi Üstadları için okutulan mevlide gelmek bakımından niye fedakârlık göstermesinler?”
“Ama bu kadar insan, bu ne demek biliyor musunuz Ankara gibi yerde?”
“Evet, ben biliyorum. Niye bilmeyeyim ki?”
“Bir de Ankara gibi bir yeri mevlid merkezi yapmışsınız. Ankara’da resmî devletliler var. Bunları da rahatsız etmeyecek mi?”
“Ben mevlid okutuyorum. Onlar niye rahatsız olsunlar ki?”
“Atatürk’e niye mevlit okutmuyorsunuz?”
“Bana ne? Onu da devlet okutsun. Benim Üstadıma devlet mevlid okutmuyor ki. Bir de onu karşısına alıyor. Ben de sevdiğim, hürmet ettiğim insana mevlit okutturuyorum. Devlet Atatürk için mevlid düzenliyorsa düzenlesin. İsteyen gider. Biz de zaten kimseyi zorlamıyoruz. Biz de hürmet ettiğimiz, istifade ettiğimiz, saygı duyduğumuz insana mevlid okutuyoruz.”
BİZ HER ZAMAN BİRLEŞTİREN OLDUK, BÖLEN DEĞİL
“Ama bunun arkasında başka şey yok mu?”
“Ne olacak yani başka şey? Biz bugüne kadar, altmış senedir imtihanımızı vermişiz. Hiçbir anarşiye karışmamışız. Başka ne maksat olacak ki? Biz bunu yapıyoruz. Yaparken de bir maksatla yapıyoruz. Bakın bugün devletin başına büyük gaile açan güneydoğu meselesini biz o kadar sene evvel görüp, bu meselenin halli için doğu ile batıyı kaynaştırmak amacıyla, Van’da mevlid yapıyorduk. Batıyı doğuya taşıyorduk. Isparta’da mevlid yaparak doğuyu da Isparta’ya, garba taşıyorduk. Oradaki insanlar onların evlerinde kalıyor. Bundan daha güzel şey olur mu? Siz bundan niye tedirgin oluyorsunuz? Said Nursî Kürt olsa da, Kürtçü değildir. Biz ırkçılığa karşıyız, her şeye rağmen. İster Kürt, ister Türk olsun. Çünkü bizi birleştiren dindir. Bu mesele ortaya atıldığı zaman büyük sıkıntılar çıkar. Kaldı ki Osmanlının çökmesinin sebebi de bu ırkçılık meselesidir. Ne var yani bunda?”
O arada bu Atatürk meselesi girince, “Ama Said Nursî Atatürk’e de karşı” dedi birisi.
“Bundan tabiî bir şey olamaz. Çünkü Said Nursî gerçek hürriyetçi bir insan, ama Mustafa Kemal öyle değil...” derken sözümü tamamlamadanbirisi atıldı:
“Tabiî, Said Nursî ile Mustafa Kemal’in aralarının açık olması, Said Nursî’nin, Mustafa Kemal’den avantasını bulamamasından kaynaklanıyor. Yoksa senin dediğin gibi hürriyetçilik, vatanperverlik, cumhuriyetçiliğinden değil. Said Nursî maddeten aradığını bulamadığı için onun karşısına geçmiş, düşman olmuş” dedi.
Benim sigortalarım birden attı. Şöyle bir ters baktım: Tepkimi dile getiren ağır sözler söyledim ve devam ettim:
“Yahu senin yaşın kaç? Sen banknot nedir biliyor musun?
Bir banknotun, bir sarı lira olduğu bir devirde Üstad Hazretleri’ne üç yüz lira maaş, milletvekilliği, köşk, şark umumî vaizliği teklif edilmiş. Said Nursî böyle elinin tersiyle itmiş, gitmiş. Sülâlendeki bir adama bunun bir tanesi teklif edilse, önünde bir de takla atar. Ne menfaatinden bahsediyorsun?” dedim. Tabiî herkes sustu.