“Dahilî meselelerimizi de siz meydana getirdiniz. Hep sizin parmağınız var. Siz rahat bırakırsanız biz meselelerimizi hallederiz. Dinî gruplar hakkında bana sual sormayın. Onların aleyhinde beni konuşturamazsınız.”
Nur hizmetini daha yakından tanıma ve Türkiye’nin son elli, elli beş yılını Nurculuk perspektifinden değerlendirmek için...
MİLLÎ MUTABAKAT BÖYLE SAĞLANIR
“Ne kadar dinlerler sizi?”
“Siz bizi bölüp, parçalamaktan vazgeçerseniz bizim sözümüzü çok dinlerler. Zaafiyete uğratırsanız az dinlerler, hiç dinlemezler. O da size bağlı. Siz içimizden elinizi çekmiyorsunuz ki... Bizim MHP ile, ırkçılık meselesi ile alış verişimiz yok. Sen Türkçüyüm dersen öbürünün Kürtçülük damarı kabarır.
Öbür tarafa da diyoruz ki, ‘Türkiye’de İslâm ve din namına siyaset yapılmaz.’ Said Nursî böyle diyor. Bu bakımdan gelin Avrupa, Amerika tipi laikliği, din ve vicdan hürriyetinin teminatı olan bir laikliği, hürriyetçi parlamenter sistemi, vatanın bölünmez bütünlüğünü ortaya koyalım ve gerçek manasıyla fikir hürriyeti ile her türlü düşünce ve inanç sahiplerine de hak tanıyalım. Herkes birbirine hürmet etsin ve saygı göstersin. Birbirinin vücudunu kabul etsin.
“Artık hiçbir grup, başka bir grubu imha edemez. Türkiye bugün öyle bir duruma gelmiş. Devlet de, artık gelsin geçmişinde yaptığı hatalardan dolayı milletinden özür dilesin. Millî mutabakat böyle sağlanır. Yoksa siz hâlâ Atatürk meselesinde ısrar ederseniz, ben size samimî olarak söylüyorum, bu memlekete büyük zarar verirsiniz.
“Biz size bunu tavsiye ediyoruz. Nurculuk da budur. Korkmayın, ürkmeyin bizden. Çünkü biz bu devletin ve milletin de teminatıyız. Muvazene unsuruyuz. Bunu altmış, yetmiş senedir yapıyoruz. Siz de artık bu meseleleri ona göre aktarın.
“Şunu da üzülerek söylüyorum: Bu memlekette en büyük hıyaneti, bana sorarsanız Millî İstihbaratın yaptığı inancını taşıyorum. Çünkü gerçekleri amirlerinize, üst tarafa bildirmiyorsunuz. İstihbarat noktasında, ister askeriyenin olsun, ister sairlerinin ‘Gizli’ damgalı, ‘Aşırı Cereyanlar’ adlı raporlarınızı okuduğum, tetkik ettiğim zaman iğreniyorum, nefret ediyorum, tiksiniyorum. Öyle bir Nurculuk anlatıyorsunuz ki, hiç alâkası yok. Niye gerçeği yazmıyorsunuz? Said Nursî Kürtçüymüş, cahilmiş, yobazmış, cumhuriyet düşmanıymış... Ne alâkası var bunun Said Nursi ile? Doğruları söyleyin, yukarısı kararını ona göre versin. Bu kasten mi yapılıyor, yoksa amirlerinize yaranmak için mi yapılıyor, onu da bilmiyoruz; ama bunu da söylemekte fayda mülâhaza ediyorum: Yani fitneyi, bölüp, parçalamayı iyi biliyorsunuz.”
Bu meseleyi de onlara söyledim. Tabiî onlar bizim kendi gruplarımız noktasında bir takım sualler sordular. Fethullah Hoca meselesini, Kırkıncı Hoca meselelerini sordular. Ben onlara şunları söyledim:
BİZİ RAHAT BIRAKIN, MESELELERİMİZİ ÇÖZERİZ
“Bunlar bizim dâhilî meselelerimiz; ama bunları da siz meydana getirdiniz. Hep sizin parmağınız var. Siz rahat bırakırsanız biz meselelerimizi hallederiz.”
Şunu açık söyledim:
“Dinî gruplar hakkında bana sual sormayın. Çünkü size cevap vermem. Onların aleyhinde beni konuşturamazsınız. Yalnız birtakım kendi tartışmalarımız olabilir. Size bu hususlarda hiçbir cevap vermeyeceğim. Bunu kesin ve net söylüyorum.”
Böyle ana, temel hatları ile her şeyi anlattım. Hürriyet, meşrûtiyet meselesini, İslâmı nasıl anladığımızı, takiyeci olmadığımızı, Asr-ı Saadeti, gerçek millî irade hâkimiyetini, laikliğe bakışımızı, laikliğin olacaksa Amerika ve Avrupa tipi laiklik tarzında olması gerektiğini; İran, Suudi Arabistan, Libya, Suriye, Irak gibi ülkelerin İslâm için, devlet yönetimi için örnek olamayacağını anlattım.
Ben pervasızca, her şeyi olduğu gibi söylediğimden ki, inandıklarımı söylemiştim, benim hakkımda onların bilgileri o yönde olduğu için, bana çok fazla değişik manada sıkıştırma, baskı yapma, sual sorma ihtiyacını duymadılar. Çünkü ben rahat konuştum.
Altını, üstünü, devletini, entrikalarını, ben bunları zaten söylüyorum. Onların da bunları bilmemesi mümkün değil. Kendi üzerlerinde büyük ölçüde müsbet kanaat meydana geldiği düşüncesindeyim.
Bunu da iki hususla teyid etmek istiyorum:
Orada sorgulamada bulunan DGM Başsavcısı, mevlide ait kamera çekimlerini istemiş, onlar da “Bu işi siz pislettiniz, bu hale getirdiniz; ne haliniz varsa görün” diye ellerindekileri onlara vermemişler. Sivil polisler, sonra kendileri söylemişti. Çünkü MİT mevlidi kameraya almıştı. Ama DGM tutuklamaları yaygınlaştırmak ve bunu (o gün için dinî grupları anayasal düzene karşı gelmekle suçladıkları) 163/1’e sokmak istiyordu. Bunun için de delillere ihtiyacı vardı. İşi sadece bizimle sınırlı bırakmak istemiyordu.
İkincisi terörle mücadelenin irtica bölümü bize soğuk ve uzaktı. Bize bakışları iyi değildi.
O sorgulamadan sonra şunu gördüm: Hepsi daha yakın ve sıcak yaklaştılar ve yardımcı oldular.
Başka bir arkadaş, “Mehmet Ağabey, biz bu dosyayı tamamladık, ama onlar geri gönderecek. Çünkü bu adamlar sizi, bu sıkıntının içinde bırakmak için yine bu dosyayı bize geri gönderecekler. ‘Tamamlanmamış!’ diye. Size burada on beş günü tamamlattıracak bunlar” dedi. Sonradan zaten aynısı oldu.
Bir başka “nezaret” anısı
Mevlid olayında, nezaretteki ilk günlerimizdi. Biraz rahat hareket edebilme imkânlarını, kavgalı gürültülü de olsa sağlamıştık. Yanımıza biri geldi. Sakallı, şalvarlı... Tipik fanatik biri. “İran yanlısı” bir radikal Müslüman hali içinde bir görüntü sergiliyordu. Daha çok tarikat mensubu biri gibi giyimi vardı. Gömleğinden pantolonuna kadar...
“Selâmünaleyküm” dedi.
“Ve aleykümselâm” diye selâmını aldık.
“Arkadaşlar, siz benden şüphelenebilirsiniz. Çünkü burası nezaret. ‘Bu adam kim?’ dersiniz. O bakımdan kendimi bir tanıtayım: Ben burada terörle mücadelenin irtica grubunda çalışıyorum. Vazifem, Refah'ın içinde İrancı kanadı temsil etmek. O noktalarda bunların içindeyim. Ben vazifeliyim, polisim. Fakat benim anam mübarek bir kadıncağızdır. Size de çok fazla muhabbeti, sevgisi var. Bana sabahleyin, ‘Oğlum, bak orada Nur Talebeleri var. Sıkıntıları olabilir. Git, onlarla konuş, yardım et. Bunu yapmazsan sana hakkımı helâl etmem’ dedi. Sizinle alâkam yok. Tabiî bizim bulunduğumuz dairedeki nezarette olduğunuz için, anam da böyle söyleyince ‘Bir ihtiyacınız var mı?’ diye sormaya geldim” dedi.
Biz, “Sağ ol, hiçbir ihtiyacımız yok. Her şeyimiz var. Anana da selâm ve hürmetlerimizi söyle. Teşekkür ederiz” dedik.
Tabiî adamın her şeyi, bütün konuşması, mimikleri, jestleri, hareketleri her şeyi tam bir İranlı gibiydi. Rolünü hakkıyla yerine getiriyordu. “Ajan” olduğunu anlamak mümkün değildi. Onların içinde tam anlamıyla onlar gibi davranmak zorunda olduğundan, o rolü lâyıkıyla benimsemişti.
İstihbaratın o sorgulamasından sonra üzerimize fazla gelmediler.
Fotoğraf: Yeni Asya - Arşiv