"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

“Ene”den “hüve”nin tebârüz etmesi

Abdülbakî ÇİMİÇ
03 Haziran 2014, Salı
“Hayat-ı insâniyenin vezâifinden biri de, kendi cüz’î sıfatlarını, şuûnatını, Hâlıkın küllî sıfatlarını, şuûnatını fehmetmek için bir mikyas yapmaktır.”1 “Öyle ise, nefsindeki ene’yi yırt, Hüve’yi göster.”2

Ene ve enâniyet birbirine yakın iki kavram. Ene ben, enâniyet ise benlik, kendini beğenme, bencillik, egoistlik olarak izah ediliyor. Belki de ‘ene’den enâniyet tebârüz ediyor. Halbuki “ene”den “hüve”nin tebârüz etmesi gerekiyor. Bediüzzaman Hazretleri ene’yi, “Biz emâneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik; hepsi de onu yüklenmekten kaçındılar ve ondan korktular. İnsan ise onu yüklendi. Gerçekten insan çok zâlim ve çok câhildir.3” âyetinin tefsiri mâhiyetinde ele alır ve izah eder.
Ene; gök, zemin ve dağın tahammülünden çekindiği ve korktuğu emânetin çok yönlerinden bir ferdi ve veçhidir. Ene aynı zamanda “künûz-u mahfîye olan esmâ-i İlâhîyenin anahtarı olduğu gibi, kâinatın tılsım-ı muğlâkının dahi anahtarı olarak bir muammâ-yı müşkilküşâdır, bir tılsım-ı hayretfezâdır.”4 Ene, emânet cihetiyle öyle sırlı bir anahtardır ki âlemin bütün kapılarını açar. Hem insan öyle tılsımlı bir enâniyete sahiptir ki Hallâk-ı Kâinatın künûz-u mahfiyesini onunla keşfeder.
“Sâni-i Hakîm, insanın eline, emânet olarak, rubûbiyetinin sıfât ve şuûnâtının hakîkatlerini gösterecek, tanıttıracak işârat ve nümûneleri câmi bir ene vermiştir—tâ ki, o ene bir vahid-i kıyasî olup, evsâf-ı Rubûbiyet ve şuûnât-ı Ulûhiyet bilinsin. Fakat vahid-i kıyasî, bir mevcûd-u hakîkî olmak lâzım değil. Belki, hendesedeki farazî hatlar gibi, farz ve tevehhümle bir vahid-i kıyasî teşkil edilebilir; ilim ve tahakkukla hakîkî vücûdu lâzım değildir.”5
Ene, Allah’ın gizli hazinelerinin ve kâinatta tecelli eden isimlerinin bir anahtarı hükmündedir. Kâinatın anlaşılması zor kapalı kapılarını, sırlarını ve hazinelerini onunla açabiliriz. Düşünelim ki çok mühim ve kapalı bir hazine var. Bu hazinede emsâli olmayan mücevherler bulunuyor. Hazine sahibinin isimleri ve mühürleri hazinede saklıdır. O hazine sahibinin muradı ise, hazinenin açılıp kendi isim ve mühürlerinin görülmesidir. O mücevherlerin hakikî sahibi kendisi olduğunu bilmemizi istemesidir. İşte o hazineyi açacak anahtar, bizim öz benlik ve varlığımız olan nefsimize takılmıştır. O hazineler sahibi, nefsimize takılı olan anahtar ile hazineleri açmamızı ve hazinelerdeki mücevherleri takdir edip överek sahibine perestiş etmemizi istemektedir.
Ene, haddizatında kendisi de muğlâk bir mahiyettedir. Açılması zor bir tılsım ve muamma-yı müşkülküşâdır. Zaten ene kendisi bilinse kâinatın sırları da bilinecek ve çözülecektir. Düşünün ki hazineler var, ancak onları açacak anahtar bilinmiyor. O hazineleri açmak mümkün değil ve hazinelerdeki cevherlerin mahiyeti, önemi ve kime ait olduğu bilinemiyor. O cevherlerin üzerlerindeki isimler okunamıyor. Hazineyi açmak için gönderilen ve o hazinelerin açılması ile kendisini tanıtmak isteyen hazine sahibinin tanınmasını netice verecek olan ene anahtarı, o insanın nefsine takıldığı halde, insan gaflet ederek ene anahtarını kullanamıyor. Demek ki hazinelerden önce hazinelerin anahtarı bilinecek ve mâhiyeti öğrenilecek ki ondan sonra hazineler açılsın ve “Hâllak-ı Kâinat’ın künûz-u mahfîyesi onun ile keşfedilsin” ve böylece ”âlemin bütün kapıları onunla açılsın.”
Demek ki enenin hakîkî mâhiyeti bilinirse “kendisi açıldığı gibi, kâinat dahi açılır.” Çünkü öncelikle ene bilinmelidir ki, doğru istimâl edilerek eşyadaki esmâ şifreleri çözülebilsin. İnsanın nefsine takılan ene anahtarı hayır cihetinde kullanılınca kâinatın gizli hazineleri açılacak ve kul Rabbini bilecektir. Böylece yaratılış gayemiz olan kulluğun gereği Nübüvvet ciheti ile kemâlâta doğru çıkabilecektir. Bediüzzaman Hazretleri enenin mahiyeti için çok enteresan izahlar yapmaktadır. Meselâ Mesnevî-i Nûriye’de şöyle der: “Ene, haddizatında bir hava, bir buhar gibi iken, verilen ehemmiyete göre mâyi haline gelir. Sonra ülfetle kalınlaşır. Sonra gaflet ve isyân ile öyle kalınlaşır ki, sahibini yutar.”6
Ene bir vahîd-i kıyasîdir. “Mutlak ve muhit birşeyin hudûdu ve nihâyeti olmadığı için, ona bir şekil verilmez ve üstüne bir sûret ve bir taayyün vermek için hükmedilmez, mâhiyeti ne olduğu anlaşılmaz. Meselâ, zulmetsiz, daimî bir ziya bilinmez ve hissedilmez. Ne vakit hakîkî veya vehmî bir karanlıkla bir hat çekilse, o vakit bilinir. İşte, Cenâb-ı Hakk’ın, ilim ve kudret, Hakîm ve Rahîm gibi sıfât ve esmâsı muhît, hudûdsuz, şerîksiz olduğu için, onlara hükmedilmez ve ne oldukları bilinmez ve hissolunmaz. Öyleyse, hakîkî nihâyet ve hadleri olmadığından, farazî ve vehmî bir haddi çizmek lâzım geliyor. Onu da enaniyet yapar. Kendinde bir rubûbiyet-i mevhûme, bir mâlikiyet, bir kudret, bir ilim tasavvur eder, bir had çizer, onunla muhît sıfatlara bir hadd-i mevhûm vaz’ eder. ‘Buraya kadar benim, ondan sonra O’nundur’ diye bir taksîmât yapar. Kendindeki ölçücüklerle onların mâhiyetini yavaş yavaş anlar.
Meselâ, daire-i mülkünde mevhûm rubûbiyetiyle, daire-i mümkînatta Hâlıkının rubûbiyetini anlar. Ve zâhirî mâlikiyetiyle, Hâlıkının hakîkî mâlikiyetini fehmeder ve ‘Bu haneye mâlik olduğum gibi, Hâlık da şu kâinatın mâlikidir’ der. Ve cüz’î ilmiyle O’nun ilmini fehmeder. Ve kisbî san’atçığıyla O Sâni-i Zülcelâlin ibdâ-i san’atını anlar. Meselâ, ‘Ben şu evi nasıl yaptım ve tanzim ettim. Öyle de, şu dünya hanesini birisi yapmış ve tanzim etmiş’ der. Ve hâkezâ, bütün sıfât ve şuûnât-ı İlâhiyeyi bir derece bildirecek, gösterecek binler esrârlı ahval ve sıfât ve hissiyât, enede münderiçtir.”7 Bizler şahâdet âleminde birçok bilgiye bu vahîd-i kıyasî ile ulaşıyoruz. Meselâ; gündüzün varlığını gece ile, sıcaklığı soğuk ile, açlığı tokluk ile, muhabbeti adavet ile, hakezâ... Aynen öyle de, sonsuz uzunluğu metre ile, sıcaklığı termometre ile, havanın basıncını barometre ile ölçüyoruz ve biliyoruz.
Ene olmasaydı sahiplenme duygusu olmazdı ve insan mülkün bir parçasını sahiplenmeden sonsuz mülkün sahibine kıyas da yapamazdı. Ene’den nahnü’ye tebârüz etmek, enenin hakîkî mâhiyetine bakmak ve eneyi nübüvvet cihetinde kullanmak insanın hakîkî vazîfesidir. Demek ki ene miftahıyla künûz-u mahfîye olan İlâhî hazineler açılabilir. “Ene’den, Sâni-i Zülcelâle râci olan Hüve”ye kavuşulabilir ve kavuşulmalıdır.
İşte suret-i fâniyeden ve kendinden yani enenin şer ve mülke sahibiyet veçhesinden vazgeçmek, böylece fenâdan bekaya namzet olmak ve namzet olduğunu anlamak kulluğun ve imtihanın gereği olmalıdır.

Dipnotlar:
1- Mesnevî-i Nuriye, 2006, s: 345.
2- Sözler, 2004, s: 577.
3- Ahzâb Sûresi, 33/72.
4- Sözler, 2004, s: 873.
5- Sözler, 2004, s: 873.
6- Mesnevî-i Nuriye, 2006, s: 318.
7- Sözler, 2004, s: 874.

 

Okunma Sayısı: 4423
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı