YÂ HAMÎD! |
Hamd; ihsan sâhibi büyüğü övmek, tâzim fikri ve teşekkür kasdiyle medh ü senâ etmektir. Ya Hamîd! Ancak kendisine hamd ü senâ olunan, bütün varlığın diliyle biricik övülen, medih edilensin. Her mevcûd, hâl diliyle olsun, kâl diliyle olsun, Sen’i tesbih ve takdîs etmektedir. Bütün hamd ü senâlar Sana mahsustur. Hamd ve şükürle kendisine tazim ve ibadet olunacak veliyy-i nimet ancak Sen’sin. Sen Hamid’sin, Mahmud’sun. Bütün varlıklarda medih ve sena sebebi olan bütün mükemmellikler, kemâller, olgunluklar ve iyilikler Sana aittir. Kendisine hamd ve senâ edilen, övgü ve minnet sadece kendisinin hakkı olan, gerçek övgüye lâyık olan, methedilmeye ve övülmeye değer tek Sen’sin Ya Hamid! Ya Hamid! Zât’ındaki sonsuz kemalâtınla her hamd ve övgüye nihayetsiz derecede lâyık olan; ezelden ebede kâinattaki bütün nimet ve ihsanlar karşılığında, hâl ve dil ile her kimden her kim için yapılırsa yapılsın sayısız hamd, şükür ve övgüler yalnızca Sana âittir. Hamd ve senâlar, medih ve minnetler Sana mahsustur, Sana lâyıktır. Bütün nimetler Sen’in ve Sen’in hazinenden çıkar. Hazinen ise daimidir. İşte hamd kelimesi şöyle müjde verip bizlere diyor ki: “Ey insan! Nimetin zevâlinden elem çekme. Çünkü rahmet hazinesi tükenmez. Ve lezzetin zevâlini düşünüp o elemden feryad etme. Çünkü o nimet meyvesi, bir rahmet-i bînihayenin semeresidir. Ağacı bâki ise, meyve gitse de yerine gelen var. Nimetin lezzeti içinde, o lezzetten yüz derece daha ziyade lezzetli bir iltifat-ı rahmeti hamd ile düşünüp, lezzeti, birden yüz derece yapabilirsin. Nasıl ki, bir padişah-ı zîşânın sana hediye ettiği bir elma lezzeti içinde, yüz, belki bin elmanın lezzetinin fevkinde, bir iltifat-ı şahane lezzetini sana ihsas ve ihsan eder. Öyle de, ‘Lehü’l-hamdü’ kelimesiyle, yani hamd ve şükürle, yani nimetten in’âmı hissetmekle, yani Mün’imi tanımakla ve in’âmı düşünmekle, yani O'nun rahmetinin iltifatını ve şefkatinin teveccühünü ve in’âmının devamını düşünmekle, nimetten bin derece daha leziz, mânevî bir lezzet kapısını sana açar.” (Bediüzzaman, Mektubat, 20. Mektub, s. 220)
FAHRİ UTKAN |
28.08.2010 |