Röportaj |
|
Millî Şef döneminde birçok aile göç etti |
Ayşe Kara: “O dönemde çok korkunç şeyler oluyor. Evlere baskınlar yapılıyor Kur’ân’lar toplatılıyor, yerlere atılıyor. Birçok Fatihli aile Hicaz’a göç ediyor.” Millî Şef'in döneminde bir çok aile göç etmek zorunda kaldı
Refia Sultan Romanı’nın yazarı Ayşe Kara bu defa da “Lal” le karşımıza çıkıyor. Lal’le birlikte yine bizi geçmişe bağlıyor, ancak bununla kalmıyor gelecekle ilgili tahayyülere sevk ediyor. Romanın ana teması Sermüezzin Ailesi etrafında şekilleniyor. Ve Kültürlü-Osmanlı olan bu ailenin 2000’lere uzanan yeni kuşağıyla tanışıyoruz. Kısacası insana, inanca, kâinata, tarihe, kültüre dair bir pencere açıyor Lal… Biz de Kara’yı ve romanını konuk ediyoruz.
’Lal’de anlatılan Fatihli Sermüezzin Ailesi, Mehmet Altan’ın ‘Kent Dindarları’nı çağrıştırıyor. Katılıyor musunuz? Sermüezzin ailesinin hayata bakışını anlatabilir misiniz?
Evet Lal, İstanbul Fatih’de yaşayan kökleri Osmanlıya; saraya dayanan şehirli dindarların hikâyesi. Bu anlamda bir yerlerde “Kent Dindarları” ile buluşması çok doğal. Aileye ismini veren ‘Sermüezzin’ bugünkü anlamıyla sarayın baş müezzini. Bilindiği gibi sarayın başmüezzini olmak ayrıca bir musikî/makam bilgisi de gerektiriyordu. Sermüezzin ailesinin kadınları haremde terbiye almış, saraylı bir zevke, bakışa sahip kadınlar. Sermüezzinin oğulları asker. Yani o günün eğitimli, ortanın üzerinde gelire sahip şehirli dindarlarını temsil ediyorlar. Sultan Abdülhamid’in İslâm Birliği politikasına destek veriyorlar. Bu minvalde Tanzimat’la birlikte uzaklaştıkları saraya yakınlaşıyorlar. Sermüezzin Hicaz Demiryolu kumpanyasında vazife alırken, asker oğulları da şimendifer alayına geçip Hicaz Demiryolu’nun inşasında çalışıyorlar. Onları vuslata ulaştıracak kutsal hattın (günün iletişim ulaşım gibi imparatorluğu baştan başa dolaşacak taze kan) etrafında kalkınma “iyileşme” hayalleri de kuruyorlar. Hikâyenin Hicaz Demiryolu etrafında şekillenmesi bile bize dinin ailenin hayatındaki yerine işaret ediyor.
Romanınızda ‘semt’ olarak Fatih neyi temsil ediyor? Kitabınızda Fatih’te bilinçli kültürlü Müslüman tabakadan bahsediliyor. Şu andaki durumu nedir?
Genelde İstanbul, özelde Fatih semti anlatmak istediğim hikâye için tam da “biçilmiş kaftan”dı. Geçmişten günümüze yani Bizans’tan Osmanlıya tam bir kültür havzası kültürel, idarî, sosyal hayatın merkezi. Romanda muhafazakârların veya dindarların yaşam alanını temsil ediyor. Bunların yanında seferberlik ilânı Fatih Camiinden yapılıyor, Mehmet Âkif Fatih Camiinden halk cihada çağırıyor. Cumhuriyet sonrasında ise Fatih semti muhafazakârların sığındığı “son kale”!
Cumhuriyetin ilânıyla birlikte Fatihliler veya İstanbullular nasıl bir yaşayışla karşı karşıya kalıyorlar?
Fatihlilerin Cumhuriyete bakışını Mehmet Âkif’in cumhuriyete bakışı ile kıyaslayabilirsiniz. Yakın tarih ile ilgilenenler bilirler; meselâ Mehmet Âkif, Sultan Abdülhamid’e hiç hoş şeyler söylemez. Yani ikinci meşrûtiyetin ilânından, Cumhuriyetin kuruluşuna o dönemin muhafazakârlarının büyük etkisi var. Anadolu’ya katılıyorlar, Kurtuluş Savaşına destek veriyorlar. Din-i Mübin-i İslâm için, ezan için bayrak için canlarını veriyorlar. Sermüezzin ailesin de sultanî (lise) talebesi ikizler şehit oluyor Çankkale’de. Büyük oğulları cepheden cepheye savaşıyor. Fakat bir gün bakıyorlar ki sistem dışı bırakılmışlar. Alfabeleri değişiyor vs. Her şeyi sineye çekip sabrederken bir Ramazan günü Fatih Camiin minarelerinden “Tanrı Uludur” sesleri ile şoke oluyorlar.
Ezanın Türkçe’ye çevrilmesiyle Sermüezzin Ailesi Fatih’i terk edip Hicaz’a göç ediyorlar. Bu tür olaylar hakikaten olmuş mu?
Ben Fatihlerden bu tür hikâyeler çok dinledim. Çok acı. Ama bu tür hikâyeler çok var. Bilhassa Millî Şef döneminde çok korkunç şeyler oluyor. Evlere baskınlar yapılıyor Kur’ân’lar toplatılıyor…yerlere atılıyor. O zaman da bir çok Fatihli aile Hizac’a göç ediyor, bir kısmı yerleşip kalıyor, bir kısmı da Sermüezzin ailesi gibi tekrar geri dönüyor.
Cumhuriyetin ilân edilmesiyle birlikte Müslüman kadınlar nasıl bir durumla karşı karşıya kalmışlar, söylenildiği gibi özgürleştirilmişler mi?
Bu çok göreceli bir şey. Her halde kişiden kişiye değişmiş olmalı. Elbette bir zümre için evet.
Hatırladığım kadarıyla romanınızda Saraylı kadınların sokakta giymek için kıyafetleri yok. Bu neyi gösteriyor? Bu bir esaret mi imtiyaz mı?
Saraylı kadınların sokağa çık(a)madıklarını gösteriyor. Saraylı kadınlara ‘ferace’ Sultan Abdülmecid zamanında yapılıyor. Bugünden baktığımızda ‘esaret’ elbet. Ama o günün şartlarında saraylı olmak çok farklı olmalı.
Lal Romanı’nda İslâmî camianın uyanışına da şahitlik ediyoruz. Bu serüveni biraz anlatır mısınız?
Bilindiği gibi Batının sanayi devrimi, teknolojik gücü karşısında Müslüman Şarkta büyük bir düşüş kaydetti. Ve Müslüman bilincine yenilgi psikolojisi hakim oldu. Ve bununla birlikte Müslüman münevverler tarafından çözüm noktasında nasıl ne yapabilir, yeniden nasıl “Müslüman şark eski gücüne kavuşur” soruları sorulmaya başlandı. Üçüncü Selim’in yenilenme hareketinden, Tanzimat’a, Sultan Abdülhamid’in demiryolları projesine ve diğer çabalarını bu çerçeve içinde görebiliriz. Uzun bir süreç bu. Tabiî sonra Birinci Dünya savaşı. Ve Cumhuriyetle birlikte kendilerini dışlanmış daha da bir yenilmiş hissettiler. Bütün bunları Fatih semti üzerinden okuyoruz. Çünkü gerçekten Sermüezzin ailesinin evindeki toplantıların karşılığı vardı. Meselâ Zeyrek’de Nurettin Topçu’nun toplantıları devam ettirdiği bir ev vardı. Lal’de anlatıldığı gibi çeşitli gurupların -yeniden nasıl, ne ile- sorularına karşlık çeşitli önerileri vardı. Küçük, kişisel başarılar teselli oluyordu. Ama benim seksen kuşağı üzerinden gözlemlediğim kadar en büyük silkeleniş süper güç Rusya’nın Afganistan karşında yenilgiye uğramasıyla ve Amerika’ya rağmen ‘İran İslâm Devrimi’nin başarılmasıyla oldu.
Romanınızın bugünü temsil eden başkahramanlarından birisi Fatih ve maddenin nakliyle ilgileniyor. Sizce bu bir ütopya mı ?
Biliyorsunuz, Sermüezzinlerin evlerindeki toplantılarda konuşulan her daim eksilmeyen bir şey var. Müslüman şark eski ihtişamına, eski saygınlığına yeniden nasıl kavuşur? Sık sık şu da tekrarlanıyor: “Fatih İstanbul’u 21 yaşında ferhetti.” Roman kahramanımızda bu etki ile büyüyor, yani bir misyon yüklenme bir vazife duygusunun altında kalıyor. Benim Fatih sendromu diye isimlendirdiğim bir şey bu. Şöyle ki bir yandan bireysel başarısızlık hissi yaratıyor. Öyle ya siz de bir insansınız ve bu miras size bazı şeyleri cebrediyor. Bu mecburiyet de bir yanı ile uç düşüncelere sevk ediyor. Ve Fatih Sufi gelenekten aldığı ilhamla maddenin nakli üzerinde düşünmeye başlıyor. İşte burada Müslüman bilincin onarıldığını; biz de yapabiliriz noktasına geldiğini görüyoruz.
Ancak Fatih ailesi tarafından da işe yaramaz olarak görülüyor. Burada Müslümanların ilme olan uzaklığını mı ortaya koymak istediniz?
Aslında tam da bu noktada şu vardı; kent/taşra çatışması. Dikkat edilirse Fatih daha çok Anadolu’lu babası tarafından eleştiriliyor. Babası Durmuş Münir, ütopik şehir insanına karşı. O toprak insanî o tohumun inkişafı için zaman gerekir diyor. Zamanı gelince olacaksa olur ki fevkalâde ayakları yere basan bir karşıt görüş ileri sürüyor. Ki, Müslümanlar uzak düştükleri ilimle çeşitli noktalarda çok yakınlaştılar şimdi.
Lal Romanı’nda Fuat eşi Nergis’e sormadan Bosna’ya yardıma gidiyor. Sizce bu, dâvâ adamlarının eşlerine değer vermediğini mi gösterir?
Hayır, Müslümanların hayat acemeliklerine tekabül ediyor. Ve Srebrenitsa katliâmı ile Fuad’ın yaşadığı büyük savrulmayı gösteriyor. Tabiî katliâmının şiddetinin de göstergesi bir bakıma.
Romanınız tamamına baktığınızda dindar ve kentli olan Sermüezzin ailesinin macerası, bir insanlık macerası. Bundan önceki hidayet romanlarında olmayan bir şekilde acziyetler ortaya konulmuş. Bu artık toplumsal kutuplaşmanın sona erip edebiyat alanının insanı odak noktaya koyduğunu mu gösteriyor?
Ben şöyle düşünüyorum: Edebiyat yapıyoruz, çeşitli biçimlerde hikâyeler; önceki ismiyle ‘mesel’ler anlatıyoruz. Önceki mesellerde (sonuç kötünün cezalandırlması ile bitse de) akış insanî haller, zaaflar üzerine olurdu. Ders alınması gereken hatalar anlatılırdı. Aşk zaten bütün hikâyelerin baş köşesine kurulurdu. Yani insan odaklıydı. Cumhuriyetten sonraki kutuplaşmayla kul ve ilahının arasına karşı taraf girdi; hataların zaafların gösterilmemesi gereken karşı taraf. Ve bu da hiç iyi olmadı bence. Bu defa da öz eleştiri yapmaz olduk. Kendimiz göremez olduk. Evet kutuplaşmaların azaldığını da söyleyebiliriz fevkalâde. Normale döndüğümüzü de.
H. HÜSEYİN KEMAL |
12.07.2010 |