Gerek Demokratik Toplum Partisi ve gerekse Adalet ve Kalkınma Partisi aleyhinde Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nca temelli kapatma istemli davalar açıldığında, meselenin özünün, işin hukuk boyutu üzerinde çok da fazla düşünmedik, onun yerine olası siyasi etkileri gündeme aldık.
Son birkaç haftadır sağda solda konuşurken bu eksikliği fark ettim. İnsanlar, kapatma davasını ‘normal’ buluyorlar ama en fazla partinin kapatılma ihtimalini anormal görme eğilimindeler. Acaba öyle mi?
Akla gelen birinci soru şu olmalı: Bu ne mene bir dava ve ‘yargılama’dır? Anayasa Mahkemesi, parti kapatma davasını görüşürken ‘Yüce Divan’ adını almıyor, yine Anayasa Mahkemesi olarak kalıyor. Ama yargılamanın bazı safhalarını Ceza Muhakemesi Kanunu’na göre yapıyor.
Sonuçları itibarıyla baktığınızda aslında bu yargılamaya bir çeşit ‘ceza yargılaması’ muamelesi yapmamız gerek. Çünkü sonunda ‘ceza’ var, partinin hükmi şahsiyeti sona eriyor, bazı mensupları beş yıllığına siyasetten yasaklanabiliyor, partinin maddi kaynaklarına ve malvarlığına kısmen ya da tamamen el konabiliyor vs.
Ama yine de bu yargılamanın bir ‘ceza yargılaması’ olmadığı söyleniyor. İşin teknik kısmı ve yargılamaya verilecek isim çok önemli. Çünkü hukuk, aynı zamanda usul demektir. Herhangi bir ceza yargılamasında, yargıç veya yargıçlar, önlerine gelen delilleri ve bunlarla ilgili savunmaları değerlendirdikten sonra yasanın kendilerine çizdiği çerçeve içinde takdir haklarını kullanarak mahkûmiyete veya beraate karar verirler. Mahkûmiyet kararları her durumda bazı somut ölçütlere bağlanmıştır. Yani deliller gerekir, mahkûmiyet için kanaatler yeterli değildir.
Oysa parti kapatma davasında, delillerin gerçek anlamda delil olmasının hiçbir önemi yok veya olmadığı bize söyleniyor. Gerçekte savcının önce 135 sayfa iddianame, sonra da bilmemkaç sayfa esas hakkında mütalaa yazması da şart değil. Birer sayfalaık dilekçeler yeterli!
Bütün dava, daha doğrusu davanın sonucu, o parti ve hakkında yasak istenen üyeler hakkında Anayasa Mahkemesi’nin en az yedi üyesinin savcıyla aynı kanaatte olup olmamasıyla ilgili.
Baktığınızda gerek DTP ve gerekse Ak Parti iddianamelerinde, yasanın gerçekten suç kabul ettiği pek de fazla eylem veya söylem göremiyorsunuz. DTP iddianamesi belki biraz daha ‘somut’ bu konuda ama o kadar. Hele AK Parti iddianamesinde bırakın suç oluşturduğu mahkeme kararıyla kesinleşmiş konuları, hakkında soruşturma açılmış konu sayısı bile yok gibi bir şey. Varsa yoksa birtakım demeç ve açıklamalar. Parlamentonun yasama yetkisini kullanması bile delil olmuş. Hatta Anayasamız Anayasa değişikliklerinin partiler tarafından değil milletvekilleri tarafından yapılacağını belirtmiş olmasına rağmen, 411 milletvekilinin gizli oyla kabul ettiği bir Anayasa değişikliği de parti için kapatma gerekçesi olmuş.
Bunların ‘delil’ değil, kanaat olduğu çok açık. O zaman mahkeme neye göre karar verecek? Onlar da kanaatlerine göre! Her şeyin bu kadar sübjektif olması size acayip gelmiyor mu? Bana geliyor. Bugün belli bir kanaatteki yedi üye DTP ve AKP’yi, yarın başka kanaatteki yedi üye de CHP ve MHP’yi kapatabilir. Ortada ‘suç’ olmasına gerek yok! Bu mudur yani? Bu mudur, ‘Demokratik rejimin asli unsurları’ denilen siyasi partilerin kaderini belirlemek?
Anayasa Mahkemesi’nde yargılanacak olanın ne olduğu üzerinde iyi düşünmeliyiz.
Radikal, 30 Haziran 2008
|