Biraz sakin olsak diyorum. Tartışmak, imza kampanyası düzenlemek, gösteri yapmak, protesto etmek, bir davayı savunmak, onu değil başka bir davayı savunmak, bunlar adına zaman zaman öfkelenmek o kadar da kötü şeyler değil. Demokrasi dediğimiz böyle bir şey olmalı. Üstelik, burası sakin İskandinav ülkelerinden biri değil, farklı etnik grupların, farklı mezheplerin, farklı hayat tarzlarının, farklı dünya görüşlerinin bir arada, bir şekilde yaşamasının yolunu bulmaya çalışan, yakın tarihinden devraldığı çatışma alanlarında uzlaşma alanları bulmaya çalışan bir ülke.
Dünyanın hiçbir yerinde demokrasi dediğimiz şey, insanların sakin sakin uzlaşmasıyla gerçekleşmedi. Bizim, ‘Üstten empoze edilmedi, alttan geldi, böyle kuruldu’ dediğimiz demokratik gelenekler, kurumlar o toplumlara ucuza mal olmadı. Batı demokrasileri, çağdaş özgürlükler, temel haklar dediğimiz şeyler, nesillerce süren kanlı mücadelelerin sonucu. Batı’da laik-demokratik siyasetin gerisinde, Hıristiyanlığın ‘Sezar’ın hakkı Sezar’a ilkesi’ değil yüzyıllar süren mezhep, sınıf savaşları var. Batı Avrupa’da ulus-devlet deneyimi daha yarım yüzyıl önce, İkinci Dünya Savaşı bataklığından milyonlarca insanın ölümü, sefaleti, yersiz yurtsuzlaşması, nüfuz mübadeleleri ile büyük bedel ödedi. Savaş sonrası barış, bu kan banyosu üzerinde kuruldu.
Allah esirgesin. Her toplum kendi demokratik barışını kurmak için aynı cendereden geçmek zorunda değil, olmamalı. İnsanlık tarihine
bakıp, benzer trajedilerden kaçınmanın yolunu bulmak lazım. Ancak ağır bedeller ödemekten kaçınmanın yolu, toplumsal barışın, demokrasinin, özgürlüklerin yolunun ne kadar çetrefilli olduğunu, olabileceğini hesaba katmakla mümkün. Ben diyorum ki, Hıristiyan dünyada, bugüne gelinene kadar yaşanan sürecin vahametini hesaba katarsak, bizim içinde bulunduğumuz durum oldukça umut vaat edici.
Bu açıdan fazla kötümser olmanın anlamı yok.
Türban depremine biraz bu yönden baksak diyorum. Doğal olarak, konuya hepimiz durduğumuz yerden, dünya görüşümüz, önceliklerimiz ve dolayısıyla, farklı isteklerimiz, umutlarımız ve korkularımız doğrultusunda olmak üzere, ‘farklı’ bakıyoruz. Ama biraz durup derin bir nefes alıp, sakin olmayı deneyelim.
AKP’nin mevcut siyasal çizgisine, birçok açıdan itirazı olan biriyim. 15 yıldır, başörtüsü yasağına karşı çıkan biri olmama karşın, bu yasağın kalkmasının yönteminden fazlasıyla rahatsızım.
Dahası, Batı’dan Müslüman dünyaya bakanların aklına yatan, küresel kapitalizmle barışık, bu anlamda ‘ılımlı’ bir Müslüman ülke modeli, yani insanlığa dair vicdanını kaybetmiş, ‘mahallenin namusu’na indirgenmiş bir Müslüman toplum modeli benim için tam bir kâbus senaryosu. Bu konuları sonuna kadar tartışmaya, hatta kavga etmeye devam edelim. Ama, her şeye rağmen, türbanın üniversitelerde serbest olması, Türkiye’nin ‘Ortaçağ karanlığına’ sürüklenmesi falan değil.
Bu konuda biraz makûl olalım diyorum.
Diğer taraftan, türban yasağının mevcut hükümet tarafından serbest bırakılması, tabii ki sıradan bir ‘özgürlük’ meselesi değil. Daha doğrusu tamamen bir özgürlük meselesi değil. Muhafazakâr bir toplumsal tabanın siyasal iktidara yansıması meselesi. Ben AKP’nin, bir dakika bile, özgürlük havarisi bir parti olduğunu düşünmedim. AKP, tabii ki, kendi toplumsal tabanının taleplerini önceleyen, gerisini mümkün mertebe boş vermeye eğilimli bir kitle partisi. AB üyeliği hevesi de tabii ki bu çerçevede anlam kazanıyor. Ancak, özgürlüklerin alanı zaten böyle açılır, her kesim kendine alan açmaya çalışır, bunların arasındaki ittifak, pazarlık, tartışma özgürlük alanını genişletir. Burada, tehlike, çoğunluğun, bu çoğunluğa dayanarak, sadece kendi ‘özgürlük’ alanını genişletmek suretiyle, yeni bir tahakküm sistemi kurmasıdır.
Türkiye’de bu ‘tehlike’, bugüne kadar, demokrat ve liberaller tarafından, AB süreci üzerinden bertaraf edilmeye çalışıldı. Liberal aydınlar ile AKP arasındaki siyasi ittifakın çatırdamasının nedeni bu. Ben diyorum ki, bu anlaşılır bir yol olmakla birlikte, kalıcı bir toplumsal barışın kurulması için güvenli bir yol değil. Dahası, laikliğin ciddi bir tehlike içinde olduğunu düşünen kesimi de giderek daha fazla demokratik uzlaşma tablosunun dışında bırakıyor. Birbirimizi beğenelim beğenmeyelim, bir arada yaşamanın formülünü, mümkün olan en geniş mutabakatla bulmak zorundayız. Artık, buna kafa yormaya başlasak, bunun yollarını konuşsak diyorum.
Radikal, 12.2.2008
|