|
|
|
Zor günler |
Geçenlerde bir gazetede, köşe yazarı olan bir arkadaşımız, ilginç bir saptama yaptı.
Doğrusu, söyledikleri bildiğimiz şeylerdi ama çok iyi ifade etmişti. “Yasada olamayan bir suç için; daha doğrusu, yasada olmayan bir suçu ortadan kaldırmak için, yasa değişikliği yapıldı” diyordu. Çok doğru... “Hukuk”, elbette farklı yorumlara zemin oluşturabiliyor.
Hakimler de, farklı yorumlar yapıyor; avukatlar da, birbirinin tam tersi yaklaşımlar içinde olabiliyor. Vatandaşın yorumu da, çok başka olabiliyor. Fakat öyle bazı durumlar var ki; çok farklı biçimlerde yorumlamak, çok zor. Örneğin, geçtiğimiz dönemde; CHP’nin 367 yorumu ve Anayasa Mahkemesi’nin verdiği buna uygun karar, doğrusu (bence), hukuki olmaktan çok, siyasi idi.
Zaten; o günlerde, başvuruyu yapanlardan biri olan, o zaman ki CHP grup başvekillerinden Sayın Haluk Koç’un, daha sonraki açıklamaları da, bu görüşümü doğrular nitelikte. Fakat Anayasa Mahkemesi gibi yüksek mahkemelerin kararları, temyiz edilemiyor. Hatta kararı verenler, daha sonra yanlış karar verdiklerini anlasalar bile, ok yaydan çıkmış oluyor.
Şimdi, bizi bekleyen iki tehlike var. Bunlardan birincisi, eğer CHP konuyu Anayasa Mahkemesi’ne götürür ve bu anayasa değişikliklerinin, “Laik düzenin ortadan kaldırılması girişiminin başlangıcı” olduğunu iddia eder ve Anayasa Mahkemesi de bu yoruma uyarsa; o zaman, bu değişikliği iptal eder. Bilindiği üzere, Anayasa Mahkemesi’nin denetimi, salt biçimsel bir denetimdir.
Fakat Anayasa’nın ilk üç maddesinde yer alan; “değişmez kuralların” ihlal edildiği düşüncesine varılırsa, her türlü değişim iptal edilebilir. Şimdi soru şuradadır. Eğer üniversite ve yüksek okullara, kimi kız öğrenciler başörtüsü ile girerlerse; laik düzenimiz, bundan “yara alır mı?” Ya da bu hareket, laikliğe karşı bir hareketin başlangıcı sayılabilir mi? Bence bu düzenleme ve bunun sonucu olarak, kimi kız öğrencilerin üniversite kapılarına “dayanması”; son yıllarda üniversitelere, daha doğrusu bazı üniversitelere giremeyen kız öğrenciler ve bunların ailelerinde, bir “zafer mutluluğu” yaşatmasına karşın, laik düzenimize hiçbir zararı olmaz.
Zaten ben, Türkiye’de laikliğin, çok daha derinlere kök saldığına inanırım. Fakat ben ne düşünürsem düşüneyim, Türkiye’de bazı insanlar; bunun, laikliğe yönelik bir düzenleme ve eylem olduğunu, samimiyetle düşünüyorlar. Ve onlardaki bu düşünce ortadan kaldırılmadıkça, gerginlikleri devam edecek. Bu da, zamana bağlı bir şey. Bu arada, değinmekten kendimi alamadığım, bir başka konu var.
Anadolu’da bazı üniversitelerde, konferanslar verdim. Buralarda kız öğrenciler; başörtüsü ile, derslere de giriyorlardı, kantinlerde de keyif çatıyorlardı. Başörtüsünün yasak olduğu üniversiteler, sadece “vitrindeki üniversiteler” idi. Şimdi kendi kentlerinde başörtüsünü görmezden gelen kimi rektörlerin, üniversitelerarası kurulda “esip gürlemelerini” utanç buluyorum...
Gene konumuza dönersek; eğer bu son düzenleme, laikliği ortadan kaldırıyorsa, başörtüsü sorununun dallanıp budaklanmadığı 1983 öncesinde, Türkiye laik değil miydi? Böyle mantıksız bir şey olabilir mi? O zamanlar, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde buna benzer sorunlar ortaya çıkmış ama bir biçimde çözümlenmişti. Laiklik, bu kadar ucuz mu?..
Bizi bekleyen ikinci tehlike; bu kararın başörtüsünden yana olanlar arasında var olan “cepheleşi” hızlandırması ve her türlü provokasyona, açık hale getirmesi olacaktır. Başörtülüler ve yandaşlarının, “zafer sarhoşluğu” içinde girişebilecekleri ve bazen masum bile sayılabilecek kimi gösteriler; kesin bir biçimde, provokasyona dönüşebilecektir.
Aynı şekilde, başörtüsüne karşı olanların yapacakları ve gene kimi zaman masum sayılabilecek eylemler; karşı taraf tarafından, “provokasyon” olarak değerlendirilebilecektir. Tüm bunların ortadan kalkması için, “iyi niyet” ve “zamana” ihtiyaç vardır. Fakat her ne olursa olsun, bizi zor günler beklemektedir. Umarım bu zor günleri, hasarsız atlatırız...
Bugün, 12.2.2008
|
Toktamış Ateş
13.02.2008
|
|
|
Korku tutsaklığından özgür düşünce çıkar mı? |
Başörtülü bir nineyi kalabalığın önüne çıkarıp alkışlarla başını açtıranlar, örtünen genç kızları notunu indirmekle tehdit edenler veya protesto için kara çarşaflara bürünüp ardından çarşafları yakanlar ne yapıyor?
Herhangi bir mesele -velev ki üniversitelerde eğitim hakkı olsun- bu şekilde nefret ve saldırganlık çoğaltılarak hakkaniyet ile ele alınabilir mi? Çarşaf yakanlar aslında bir bez parçasını değil, onu kullananı yaktıklarını görmüyorlar mı? Bilinçaltlarında çarşafı kişileştirdiklerinin farkında değiller mi? Başörtülü bir arkadaşım, doğduğundan beri yaşadığı Nişantaşı’ndaki bir spor salonundan geri çevrilişini, kafelerde insanların kendisine hakaret edişini, küçümseyerek bakışını anlatıyor. Bazı alışveriş merkezlerinde “burada ne işiniz var” diyerek aşağılanıyorlar. “Evinize hapsolun. İninizde, kovuğunuzda, çöplüğünüzde yaşayın. Burası bizim tariflerimize göre oluşturulmuş, bizim kriterlerimize göre belirlenmiş son derece steril ve seçkin bir kamusal alandır. Buraya gelmek istiyorsanız bizim gibi olmalısınız.” Kast ettikleri bu aslında.
İnsanlık tarihi, ayrımcılık sonucu yüz binlerce insanı küle çevirmiş ve küllerini nehirlerde yok etmeye kalkmış zorbaların tarihini de yazmadı mı? Irkçılıktan, cinsiyetçilikten, kan elitizminden, her çeşit tahakkümden halihazırda hepimiz muzdarip değil miyiz? Tehdit, şiddet ve öfkenin sembollerini kullanarak adaleti vicdanlarda hangi birimle ölçebilirsiniz ki?
Başı açık olduğu halde gizli ırkçı olan bir kadın yargıç veya gizli bir kadın düşmanı olan erkek hakim bugüne dek hep adaleti tesis edebilmiş midir mahkeme salonlarında bilinemez. Ama başı örtülü bir kadının ‘örümcek kafalı’ olduğu önkabulüyle yeryüzündeki bütün örtülü kadınların toptan beyninin yıkandığını haykıranların hakkaniyetli ve vicdanlı bir karar vermesi oldukça zor değil mi?
(...)
Örtünen kızları bir rejim tehdidi haline getiren, örtünme hakikatini siyasi bir kimliğe hapseden ve başörtülüleri tek ve yekpare bir bütünmüş gibi etiketleyen, onların karakterlerini, dünya görüşlerini, kader ve iradelerini tek bir sembole indirgeyen, onları nesneleştiren, aynılaştıran ve kişiliksizleştiren kim? Laik kesimin sadece kendilerini çağdaşlık mertebesine uygun gören üyeleri değil mi?
Kafalarındaki sembollerle ‘gerçeğin çoklu yüzü’nün çakışmadığını görüyorlar aslında. Panellerde, oturumlarda karşılarındaki başörtülü konukların entelektüel donanımını, haklı gerekçelerini, apaçık yüreğini görüyorlar. Ama vehimlerini yansıtacak sarih bir dil olmadığı ve olamayacağı için: Korku ve tehdit diline sığınıyorlar hemen.
Hep aynı refleksi verdiklerini görünce şaşırıyorum. Müstehzi bir sırıtış ve karşısındakinin sözünü kesmek. Anlıyorsunuz ki korkusu sahici olsa bu kadar cesurca tacizde bulunamaz. Onun korkusu geleceğe dair bir vehim çünkü. Yani psikolojinin ve patolojinin alanına giriyor. Örtüye karşı olan herkes, nasılsa kendiliğinden haklıdır diye inandığı için, örtülü kızların okuma hakkını engellemeyi adaletsizlik saymıyor. Böylesi ‘tektip haklıklar’ın prototipleri arttıkça gelmiyor mu zaten faşizm?
İçinizdeki evrenselliğe, yani belli bir iç özgürlüğüne ulaşmış olsaydınız: Özgür ve evrensel düşüncenin yeşereceği kapılarda bekleyen başörtülü kızların sizi tahakküm edeceğine, örteceğine, asimile edeceğine bu kadar kilitlenmekten utanmaz mıydınız? Bu kadar körleşir miydiniz şeytanlaştırdığınız kişilere karşı? Sırf siz korkuyorsunuz diye başkalarının varolma özgürlüğünü korkusuzca gasp ediyorsanız, bizzat kendi korkularınızın tutsağı değil misiniz?
Zaman, 12.2.2008
|
Leyla İpekçi
13.02.2008
|
|
|
Sağduyu ve hoşgörü devam etseydi... |
Üniversitelerde türban yasağının kaldırılması amacının aslında yadırganacak bir yönü yok. Bütün Batı ülkelerinde, türban konusunda en büyük rahatsızlığı duyan Fransa dahil, üniversitelerde kılık kıyafet serbesttir. Bizde 1997 yılına kadar üniversitelerimizin çoğunda türbanla gelen kız öğrecilere karşı çeşitli derecelerde hoşgörüyle davranılıyordu.
Bu hoşgörü devam etseydi bugünkü kutuplaşmayla büyük olasılıkla karşılaşmayacaktık. Bugün ise 22 Temmuz seçimlerinden ve Cumhurbaşkanı’nın seçiminden sora kavuştuğumuz nisbi dinginlik birdenbire kaybolmuştur. Yeniden 22 Temmuz öncesine döndük.
Anayasa değişikliğinin bir emrivaki şeklinde ortaya çıkmasıyla kaçınılmaz olarak kurumsal ve toplumsal kutuplaşmada tekrar tehlikeli bir tırmanma yaşıyoruz. Bunun başlıca nedeni, AKP’nin gündemini gerçekleştirmek politikasındaki aceleciliğidir.
AKP seçimlerden hemen sonra yeni bir Anayasa projesi ortaya atmıştı. Türban meselesi de daha özgürlükçü olması öngörülen bu Anayasa çerçevesinde çözümlenecekti.
Sonra bu proje terk edildi ve MHP’nin desteğiyle türbana izin veren Anayasa değişikliğine girişildi. Sivil Anayasa’da öngörülen özgürlükler, hatta Ceza Yasası’nın 301. maddesi de rafa kaldırıldı.
* * *
İşin ilginç tarafı, TBMM’nin geçen hafta sonunda kabul ettiği Anayasa değişikliklerinin istenen sonucu vereceğinin de çok şüpheli olmasıdır. 42. maddede yapılan değişikliğin öngördüğü, “Kanunda yazılı olmayan herhangi bir sebeple kimse yükseköğrenim hakkını kullanmaktan mahrum edilemez” hükmünün uygulanması YÖK Kanunu’nda değişiklik yapılmasına bağlanmıştır.
Bu değişiklik yapılmazsa Anayasa değişikliği uygulanamaz. Değişiklik yapılırsa Anayasa Mahkemesi’nin bunu iptal edeceği de neredeyse kesin. Kaldı ki Anayasa Mahkemesi’nin, daha önce yaptığı gibi, hukuku zorlayarak Anayasa değişikliklerini bile iptal etmesi olasılık dışı değildir.
Sırf Anayasa değişikliklerine dayanarak bir kısım öğrenciler türbanla üniversitelere girmeye başlarlarsa, yaratılan çok gergin atmosferde, tatsız olayların cereyan etmesinden haklı olarak büyük endişe duyuluyor.
Kısacası, sağduyuyu terk ettik, uzlaşma kültürüne sırtımızı çevirdik ve kendimizi büyük bir açmaza sürüklemeyi yine başardık. Sonunda galiba kimse kazanmayacak, fakat milletçe kaybımız büyük olabilecek.
Hürriyet, 12.2.2008
|
İlter Türkmen
13.02.2008
|
|
|
“Yeni Asya’nın farklı tutumu” |
Büyük basının ilan edilmemiş bir taktiği var: İslami dedikleri basında belli bir konuda ortak bir tutum alınmışsa fırsat hiç kaçırılmıyor, “İslami basından alıntılarla o ortak değerlendirme okurlara iletiliyor, böylece okurların zihnindeki “yekpare İslami basın” imajı biraz daha güçleniyor.
Oysa dürüst bir takip yapılsa, benzerlikler ve ortak tutumlar kadar farklılıklar ve farklı tutumlar da görülecek. Her alanda böyle bu; mesela büyük basın gazeteleri şu günlerin en tartışmalı filmi “Ulak”la ilgili olarak “İslami basın”da yer alan değerlendirmeleri derleyip aktarsa okurlarına, eminim o okurlar neye uğradıklarına şaşırırlar.
Fakat ben daha güncel ve daha tartışmalı bir alandan vereyim örneğimi: Üniversitede türban tartışmalarında Yeni Asya’nın farklı tutumundan söz etmek istiyorum. Evet, bu gazetemiz de genel özgürlükçü tutumuna paralel olarak başörtülü öğrencilerin üniversitede okuma hakkını savunuyor tabii. Fakat öbürleriyle arasında ciddi bir fark var: Tıpkı bazı liberal ve demokratlar gibi yöntem konusunda ciddi eleştiriler getiriyor hükümete. Hatta oylamanın ertesi günü, gazetenin manşeti bu eleştiriye ayrılmıştı: “JOOST LAJENDİK: İZLEDİĞİ YOL HÜKÜMETİ SIKINTIYA SOKAR.”
Haberin spotunda Lajendik’in “yasağın kalkmasını her zaman desteklediğini” belirttiği cümlesini şu cümle izliyor: “Ama Anayasa değişikliklerinin yapılış ve tartışılış biçimi, aceleye getirilmiş olması ve bu konudaki korku ve hassasiyetlerin göz önünde bulundurulmaması, aslında çok üzücü bir süreç.”
Dahası var: Gazete aynı gün basın seçmeleri sayfasının tamamını konuya “özgürlükçü ama eleştirel” bir açıdan yaklaşan dört yazarın yazılarına ayırmıştı.
Taraf, 12.2.2008
|
Alper Görmüş
13.02.2008
|
|
|
Artık üniversite de tek fikirli değil |
Evet, üniversite üçe bölündü! Önce rektörlerin büyük çoğunluğu ÜAK adına açıklama yaparak yasağı savundu; hatta “Hak etseler bile bu kızlara geçer not vermem” diyen bilim adamları da oldu!
Sonra 3500 civarında bilim adamı “özgür üniversite” diye bir bildiri yayımladı; diğer özgürlüklerle birlikte, bu kızların da öğrenme özgürlüğünü savundu.
Bazı meslektaşlarımız hemen kaleme sarılmıştı; 80 bin akademisyen içinde sadece 3500 tane ‘imalat hatası’ olabilirdi!
Tipik genelleme mantığı!
Fakat, “Türban laikliğe aykırıdır, yasak sürsün” diyen ikinci bildiriyi imzalayanların sayısı, bu satırlar yazılırken, 4400 civarında idi!
Sonra üçüncü bir bildiri yayımlandı: Bunu yayımlayan öğretim üyeleri de türban yasağının kalkmasını istiyor ama ortaya çıkan kutuplaşmayı ve yasama yöntemini yanlış buluyor, geniş bir özgürlük paketi açılmasını istiyorlardı.
Çok fikirli bilim!
Bilim adamlarından hangisi doğru? Bu sorunun bilimsel bir cevabı yoktur, hangisi duygularınızı okşuyorsa size göre o doğrudur! Türban yasağını savunmak da karşı çıkmak da “bilimsel” değildir, özgürlük ve laiklik kavramlarına verdiğiniz anlamlarla ilgilidir.
(...)
Benim bugün yazmak istediğim husus şudur: Demek ki artık Türkiye’de üniversite bile “tek fikirli” değildir!
“Üniversite bile” diyorum çünkü üç çeyrek asırdır üniversiteyi “tek fikirli” yapmak için kaç defa “tasfiye” yapıldı! Kaç defa üniversitenin üzerinden tank geçti!
27 Mayıs darbesi olduğu zaman, sesini yükseltebilen bir tek Prof. Ali Fuat Başgil vardı! Hukuk profesörleri, DP’lileri cezalandırmak uğruna “Geriye yürüyen ceza kanunları çıkarılabilir” diye utanç verici fetvalara imza atıyorlardı!
Bugün ise, yaşanmış bütün tasfiyelere ve YÖK sisteminin cenderesine rağmen üniversite “çok fikirli” olma yönünde evriliyor! Üniversite er geç Batı’daki kadar öğretme ve öğrenme özgürlüğüne ulaşacaktır!
Kısa zamanda
Çünkü Türkiye orta sınıflaşıyor, dışa açılıyor, dünyayla bütünleşiyor. Artık “tek fikirli” olamaz! Bilim adamları da artık “tek fikirli” değiller...
Türban konusunda, Nilüfer Göle, Sencer Ayata, Nur Vergin, Elizabeth Özdalga ve Çiğdem Kağıtçıbaşı gibi saygın sosyologlarımız çok farklı değerlendirmeler yapıyorlar.
Hele de sosyal bilimlerde hiçbir bilim insanı, kendi analiz ve yorumunu “Bilimsel olanı budur” diye empoze edemez.
Genel bir tezi ileri sürmek için, yapılmış saha araştırmalarının bulgularına dayanmak lazımdır.
Klasik sosyolojinin “Bu kadar kısa zamanda olamaz” dediği değişimler, Türkiye’de gerçekleşiyor çünkü Türkiye’de şehirleşme, eğitim, iletişim, ulaştırma, piyasa ekonomisi ve dışa açılma gibi toplumsal dinamikler klasik sosyolojinin gözlemlemediği bir hızla gelişiyor.
Bu sebepten, Binnaz Toprak, Ersin Kalaycıoğlu, Ali Çarkoğlu gibi sosyal bilimciler saha araştırmalarını 8-10 yıl arayla yeniliyorlar, yeni durumları görmek için.
Türkiye’nin böylesine çeşitlenip çok fikirli hale gelmesi teokrasiye karşı laikliğin, otoriterliğe karşı demokrasinin en sağlam teminatıdır.
Çok fikirlilik iyidir; sakınmamız gereken, kavgadır.
Milliyet, 12.2.2008
|
Taha Akyol
13.02.2008
|
|
|
Sakin olalım |
Biraz sakin olsak diyorum. Tartışmak, imza kampanyası düzenlemek, gösteri yapmak, protesto etmek, bir davayı savunmak, onu değil başka bir davayı savunmak, bunlar adına zaman zaman öfkelenmek o kadar da kötü şeyler değil. Demokrasi dediğimiz böyle bir şey olmalı. Üstelik, burası sakin İskandinav ülkelerinden biri değil, farklı etnik grupların, farklı mezheplerin, farklı hayat tarzlarının, farklı dünya görüşlerinin bir arada, bir şekilde yaşamasının yolunu bulmaya çalışan, yakın tarihinden devraldığı çatışma alanlarında uzlaşma alanları bulmaya çalışan bir ülke.
Dünyanın hiçbir yerinde demokrasi dediğimiz şey, insanların sakin sakin uzlaşmasıyla gerçekleşmedi. Bizim, ‘Üstten empoze edilmedi, alttan geldi, böyle kuruldu’ dediğimiz demokratik gelenekler, kurumlar o toplumlara ucuza mal olmadı. Batı demokrasileri, çağdaş özgürlükler, temel haklar dediğimiz şeyler, nesillerce süren kanlı mücadelelerin sonucu. Batı’da laik-demokratik siyasetin gerisinde, Hıristiyanlığın ‘Sezar’ın hakkı Sezar’a ilkesi’ değil yüzyıllar süren mezhep, sınıf savaşları var. Batı Avrupa’da ulus-devlet deneyimi daha yarım yüzyıl önce, İkinci Dünya Savaşı bataklığından milyonlarca insanın ölümü, sefaleti, yersiz yurtsuzlaşması, nüfuz mübadeleleri ile büyük bedel ödedi. Savaş sonrası barış, bu kan banyosu üzerinde kuruldu.
Allah esirgesin. Her toplum kendi demokratik barışını kurmak için aynı cendereden geçmek zorunda değil, olmamalı. İnsanlık tarihine
bakıp, benzer trajedilerden kaçınmanın yolunu bulmak lazım. Ancak ağır bedeller ödemekten kaçınmanın yolu, toplumsal barışın, demokrasinin, özgürlüklerin yolunun ne kadar çetrefilli olduğunu, olabileceğini hesaba katmakla mümkün. Ben diyorum ki, Hıristiyan dünyada, bugüne gelinene kadar yaşanan sürecin vahametini hesaba katarsak, bizim içinde bulunduğumuz durum oldukça umut vaat edici.
Bu açıdan fazla kötümser olmanın anlamı yok.
Türban depremine biraz bu yönden baksak diyorum. Doğal olarak, konuya hepimiz durduğumuz yerden, dünya görüşümüz, önceliklerimiz ve dolayısıyla, farklı isteklerimiz, umutlarımız ve korkularımız doğrultusunda olmak üzere, ‘farklı’ bakıyoruz. Ama biraz durup derin bir nefes alıp, sakin olmayı deneyelim.
AKP’nin mevcut siyasal çizgisine, birçok açıdan itirazı olan biriyim. 15 yıldır, başörtüsü yasağına karşı çıkan biri olmama karşın, bu yasağın kalkmasının yönteminden fazlasıyla rahatsızım.
Dahası, Batı’dan Müslüman dünyaya bakanların aklına yatan, küresel kapitalizmle barışık, bu anlamda ‘ılımlı’ bir Müslüman ülke modeli, yani insanlığa dair vicdanını kaybetmiş, ‘mahallenin namusu’na indirgenmiş bir Müslüman toplum modeli benim için tam bir kâbus senaryosu. Bu konuları sonuna kadar tartışmaya, hatta kavga etmeye devam edelim. Ama, her şeye rağmen, türbanın üniversitelerde serbest olması, Türkiye’nin ‘Ortaçağ karanlığına’ sürüklenmesi falan değil.
Bu konuda biraz makûl olalım diyorum.
Diğer taraftan, türban yasağının mevcut hükümet tarafından serbest bırakılması, tabii ki sıradan bir ‘özgürlük’ meselesi değil. Daha doğrusu tamamen bir özgürlük meselesi değil. Muhafazakâr bir toplumsal tabanın siyasal iktidara yansıması meselesi. Ben AKP’nin, bir dakika bile, özgürlük havarisi bir parti olduğunu düşünmedim. AKP, tabii ki, kendi toplumsal tabanının taleplerini önceleyen, gerisini mümkün mertebe boş vermeye eğilimli bir kitle partisi. AB üyeliği hevesi de tabii ki bu çerçevede anlam kazanıyor. Ancak, özgürlüklerin alanı zaten böyle açılır, her kesim kendine alan açmaya çalışır, bunların arasındaki ittifak, pazarlık, tartışma özgürlük alanını genişletir. Burada, tehlike, çoğunluğun, bu çoğunluğa dayanarak, sadece kendi ‘özgürlük’ alanını genişletmek suretiyle, yeni bir tahakküm sistemi kurmasıdır.
Türkiye’de bu ‘tehlike’, bugüne kadar, demokrat ve liberaller tarafından, AB süreci üzerinden bertaraf edilmeye çalışıldı. Liberal aydınlar ile AKP arasındaki siyasi ittifakın çatırdamasının nedeni bu. Ben diyorum ki, bu anlaşılır bir yol olmakla birlikte, kalıcı bir toplumsal barışın kurulması için güvenli bir yol değil. Dahası, laikliğin ciddi bir tehlike içinde olduğunu düşünen kesimi de giderek daha fazla demokratik uzlaşma tablosunun dışında bırakıyor. Birbirimizi beğenelim beğenmeyelim, bir arada yaşamanın formülünü, mümkün olan en geniş mutabakatla bulmak zorundayız. Artık, buna kafa yormaya başlasak, bunun yollarını konuşsak diyorum.
Radikal, 12.2.2008
|
Nuray Mert
13.02.2008
|
|
|
|