Aşağıdaki satırları Mayıs 1999’da yazmışım; 28 Şubat döneminin en azgın günlerinde: “Telefonlarım, faksım günlerdir susmuyor.
Elektronik posta kutum dolup taşıyor. Hırsından ağlayan, umutsuzluğundan intiharı düşünen insanlarla konuşuyorum her gün. ‘Böyle bir ülkede dünyaya gelmek için ne suç işledik Allahım’ diye yakınıyorlar.
Hepsi de kötü kaderlerine kahretmişler. Başlarını alıp çekip gitmek istiyorlar. Başka bir ülkede göçmen olmayı, kendi ülkelerinde zenci sayılmaktan daha kolay hazmedebileceklerini düşünüyorlar belki..
Böyle aşağılanarak yaşamaktan, bu kadar hiçe sayılmaktan, her dakika ‘burunları sürtülerek’ hizaya sokulmaktan kurtulmaktan başka bir şey düşünemiyorlar. Ama gidecek hiçbir yerleri yok. Başka bir dilleri, başka bir evleri, başka bir ülkenin banka cüzdanı yok.
Kapana kısılmışlar... Sessiz ve terk edilmiş çoğunluk... Terk edilmiş ve ihanete uğramış...
Bütün kalabalıklıklarına rağmen ne kadar yalnızlar. Bütün güçlülüklerine rağmen ne kadar zayıf... Benden bir umut, dayanma güçlerini arttıracak bir çift söz, tevekkül içinde yaşamaya devam edebilmek için bir yol soruyorlar. Bilseler ki ben de kendimi ne kadar yalnız ve çaresiz hissediyorum.
Başını alıp gitmek... Yakılmak üzere bağlandığımız çarmıhtan, o çarmıhın altındaki odunlar ateşe verilmeden bağlarını kopartıp çekip gitmek. O çarmıhın çevresinde halka olmuş çığlıklar atan bağnazlar güruhunun hevesini kursağında bırakıp çekip gitmek...
Acılar ve yalnızlıklar içinde bir başka diyara, yobazın elinin yetişemeyeceği herhangi bir yere alıp başını gitmek. Kendi ülkenin değil, bir yaban elin yalnızı olmayı göze alarak çekip gitmek... Ve kendi yurdunun her gün biraz daha ‘gidemeyenlerin ülkesi’ne dönüşmesini uzaktan acılar içinde seyretmek...
Buna yürek dayanır mı?” Yazı böyle bitiyordu. Dün Fazıl Say’ın yabancı bir gazeteye verdiği demeci okuyunca o günleri ve bu yazıyı hatırladım.
“Bizim Türkiye rüyalarımız biraz öldü. Tüm bakan eşleri türbanlı. Biz yüzde 30, onlar yüzde 70. Türkiye’den gidebilirim”demiş Say. Türkiye’yi terk etme niyetine gerekçe olarak sadece bütün bakan eşlerinin türbanlı olmasını ortaya koyabilmiş. Yani manzara hoşuna gitmiyor. Kendi yaşamından verebildiği herhangi bir kısıtlama, yasaklama, zorlama örneği yok.
Oysa 28 Şubat’ta terk-i diyar etmekten başka çare bulamayan, ama buna da imkanı olmayan yüz binlerin, “başkalarının kıyafetinden rahatsız olma” gibi bir lüksü yoktu. Onların derdi kendi hayatlarını korumaktı sadece. Doğup büyüdükleri ülkede “iç düşman” ilan edilmişlerdi. Düşman gibi takip ediliyor, fişleniyor, damgalanıyor, lanetleniyorlardı. Okula gidemiyor, devletten “ayıklanıyor”, sapır sapır işten atılıyor; girişimcilik yapıyorlarsa “yeşil sermaye” diye damgalanıp batırılıyorlardı. Fazıl Say o zaman nerelerdeydi? Bir demokrat, özgürlüğe düşkün biri olarak hiç mi rahatsız olmadı kurulan cadı kazanlarından? Hiç mi duymadı kurbanların feryadını?
* * *
Asıl mesele şu: Say’ın dediği doğru bile olsa; yani Türkiye 30’a 70 diye bölünmüş bir ülke de olsa - ki kesinlikle doğru değil - bir taraf “kazanınca” öbür tarafın çekip gitmesi mi gerekiyor?
Bu güzel ülke iki “taraf”a da bol bol yetecek kadar büyük ve bereketli değil mi?
Ama işte Say ve onun gibiler, farklılıklarımızla birlikte tatlı tatlı birlikte yaşayabileceğimizi hayal bile edemiyor; “onlar” kazandıysa “kendilerinin” çekip gitmesi gerektiğine inanıyor. Dikkat ederseniz, kalmasını öğütleyen babası ve dostları da, güzel güzel birlikte yaşamak için değil, “mücadele etmek için” kalma çağrısı yapıyor ona. Peki neyin mücadelesi olacak bu? Sözünü ettiği yüzde 30’un yine üste çıkıp kaybettiği imtiyazlarını yeniden ele geçirme ve yüzde 70’i ezme mücadelesi...
Çünkü anti demokrasi iliklerine işlemiş. Liberalizmden hiç nasiplerini alamamışlar. Politik mücadelede üste çıkanın altta kalanı ezmediği bir düzeni hayal bile edemiyorlar.
Bugün, 16 Aralık 2007
|