Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 17 Aralık 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Başörtüsü yasağı ya da din korkusu!

Türkiye’de din korkusu yayanlar, bu ülkenin vücut kimyasını bozuyorlar. Türkiye’de dini siyasete alet edenler de bu ülkenin vücut kimyasını bozuyorlar.

İkisi de kötü.

Hatta ikisi de bölücü!

Bir başka deyişle:

Laikliği koruyoruz diyerek din korkusu yayanlar da, din adına laikliği gömmek isteyenler de bu ülkeye iyilik yapmıyorlar.

İki aşırı uç bunlar.

Demokrasiyi sevmiyorlar.

İki uç da öyle.

Belki şöyle denebilir:

Laikçiler de, radikal İslamcılar da birinci sınıf demokrasi düşmanlığında birleşiyorlar.

Bu nedenle örneğin türban yasağı iki aşırı ucun da işine geliyor. Bu yasak sayesinde, iki taraf da demokrasinin kuyusunu kazmak için kolay bir bahaneyi yakalamış oluyorlar.

Abartılı bir değerlendirme mi?

Kimine öyle gelebilir.

Ancak, Milliyet’in son iki haftadır Tarhan Erdem araştırmasıyla yol açtığı türban tartışmalarına iki aşırı uç penceresinden bakmak da mümkün...

Oysa, Türkiye bu tartışmayı burun deliklerini ille de germeden, soğukkanlı biçimde yapabilir.

Yapmalıdır da.

Bunu başaramayınca, demokrasi düşmanlarının eli güçleniyor çünkü.

Din nasıl yaşanacak?

Bu sorunun yanıtı bizim devlet ve toplum düzenimizde daha hâlâ yerli yerine oturabilmiş değil.

Bunun gibi din eğitimi ile aile, toplum ve devlet ilişkilerinde de taşlar yerli yerine oturabilmiş değil. Bu yüzden zorunlu din dersleri, Kuran kursları, imam hatipler deyince Türkiye’nin vücut kimyası bir anda bozuluyor, siyaset dengesizleşiyor.

Türbanda da durum farklı değil.

Türban yasaklarıyla ilgili tartışmalar öylesine bir üslup içinde yapılıyor ki, toplum geriliyor, toplum kutuplaştırılıyor.

Oysa, insanların inançlarından dolayı birbirlerine düşmanlaştırılmak istenmesi büyük bir kötülük değil mi?

Asıl bölücülük budur.

Günümüzde bir kadının türbanla, başörtüsüyle modern hayata katılmasından daha doğal bir şey olamaz.

Bu bir bireysel tercihtir.

Siz bu tercihin alanını, kamusal alanı aşırı ve gereksiz şekilde genişleterek daralttıkça, bu ülkede barış ve huzurla oynamış olursunuz.

Örneğin bu açıdan üniversitedeki türban yasağı, yıllardan beri söylediğim gibi, büyük bir yanlış ve ayıptır.

Bu tutum demokrasiye de, insan haklarına da aykırıdır.

Ben böyle düşünüyorum.

Kökleri eskilere giden din korkusu bu ülkede barış, huzur ve demokrasiyi olumsuz etkiliyor. Entelektüel bakımdan kısırlaştırıcı etki yapıyor.

Ahmet Altan’ın dediği gibi:

“İttihatçılar’ın dine ve dindarlara duyduğu kuşku olduğu gibi Cumhuriyet’e geçti. Bizler de Kemalizm eğitiminin çocukları olarak o kuşkuyu derinliklerimize yerleştirdik. Bazılarımız ‘solcu’ olduk, ‘Din kitlelerin afyonudur’ sözünü öğrendik. Dini ürkütücü bir şey olarak gördük ve din bizi ‘gericiye çevirecekmiş’ gibi ondan hep uzak durduk.

Ama dinden korkmak toplumun hiçbir işine yaramadı. Bu anlamsız korku bizi entelektüel açıdan epey zayıflattı. Hemen hemen bütün entelektüellerimiz gibi yazarlarımızın da hem dini bilgileri azdır, hem de bir din adamını zaaflarıyla ve erdemleriyle anlatmaktan ürkerler.

Bu ürkeklik, bu yapay uzaklık, bu gereksiz korku, bizi, toplumun harcındaki en önemli etkenlerden birini incelemekten, anlamaktan, yaşadığımız toplumdaki çeşitli acıların kaynaklarını saptamaktan alıkoydu. Bu toplumun en büyük yaralarından biri, dinle ilişkisindeki kaygan alandır.

Bir toplumu anlamanın, o toplumun diniyle ilişkisini anlamadan mümkün olamayacağına inanırım. Türkiye’nin diniyle olan sorunlarını ‘huzurlu’ bir şekilde aşmasının bu ülkeyi rahatlatacağını, manasız çekişmelerden kurtaracağını düşünürüm.

Dinden korkacak bir şey yok.” (Ahmet Altan’la röportaj; Mehmet Gündem, Yeni Şafak, 10.12.07, s.15)

Onun içindir ki:

Milliyet’le Tarhan Erdem bu ülkede din olgusunun daha iyi anlaşılması için iyi bir iş yapmışlardır.

Tabii tartışılabilir, eleştirilebilir. Ancak, tartışmayı uçlara çekmenin herhangi bir yararı olduğunu sanmıyorum.

Milliyet, 16 Aralık 2007

Hasan Cemal

17.12.2007


 

Mahkemelerde ne oluyor?

Memlekette bayağı tuhaf bir ortam oluştu. Şemdinli davasının gidişatı bu olanları en iyi özetleyen süreç denebilir. Önceki günkü tahliye kararıyla birlikte, süreç, şahikasına erişmiş oldu. Durumu öylesine iyi özetliyor ki, işin içine ‘yorum’ anlamına gelecek tek bir kelime katmadan, en renksiz ve nötr haber diliyle olguları arka arkaya dizip anlatın, ortaya olağanüstü bir hikâye çıkıyor. Kitapçıda bomba, ölen adam, bagajdaki malzeme, sokaktaki halkın gerçekleştirdiği ‘cürm-ü meşhut’, Kara Kuvvetleri Komutanı’nın yakalanan astsubay hakkındaki sözleri, Van savcısının iddianamesi, savcıya işten el çektirilmesi, bombalı astsubaylara mahkemenin biçtiği 39 yıllık cezanın Yargıtay’da bozulması ve davanın askeri mahkemeye havale edilmesi, ilk duruşmada tahliye...

Burada öyle makyaj, kamuflaj, ambalaj gibi şeylere gerek duyulmadan, harbi bir gidiş yaşandı, yaşanıyor. Ama başka davalarda o ‘-aj’la bitenler, ‘sabotaj’ da eklenerek, bolca gözlemleniyor. Trabzon’da Santoro olayı iyice küllendirildi, şimdiye kadar; zaten ilk olduğu için üstünün örtülmesi de görece kolay olmuştu. Ama Hrant cinayeti ve Malatya cinayeti davaları devam ediyor ve devam ettikçe ‘hukuk-güvenlik cinayeti’ne dönüşüyor. Malatya’da video kayıtlarının silinmesi gibi akıl almaz durumlarla karşılaşıyoruz, ‘Bu nasıl olmuş?’ derken sildiren kişinin zaten azmettiren kişi olması ihtimali ortaya çıkıyor. Bütün bu ‘silintiler’e rağmen, baş sanığın ‘Adamları ekmek bıçağıyla hatır hutur kestim’ dediğinin kaydı ortaya çıkıyor. Dink davasında da, Malatya davasında da, bizzat devlet görevlilerinin ‘delil karartma’ çabaları belli oluyor. Ortada ‘kamuflaj’ olduğu belli. Ama bu olduğu için, onun arkasında gizli kalanın ne olduğunu çok iyi anlayamıyoruz. Böylece bunların da iki kelimeyi bir araya getirmekten aciz tetikçilerle sınırlı kalacağı, ‘buzdağı’nın su altındaki kısmının ilelebet su altında kalacağı anlaşılıyor. 1 Mayıs gibi, Ecevit’e suikast girişimleri ve girişim istihbaratları gibi, yüzlerce ‘faili meçhul’ cinayet gibi.

‘Mahkeme’ denince, söylenecek çok şey var. Türkiye’de bazı olaylar için ‘Bu iş karakolda biter’ diye bir deyim kullanırız. Bu çok doğru değildir. Arada bir, Nijeryalı Festus gibi, ‘karakolda’ bitirmeyi başardığımız olaylar vardır, ama karakola düşen olayların birçoğu oradan da mahkemeye ‘intikal’ eder. Bu gene böyle ve yukarıda anlattıklarımın yanı sıra, örneğin Agos’u ve yazıişleri sorumlusunu 301’den mahkûm eden mahkeme kararı gibi, insana ‘Bu ülkede mahkemelerde ne oluyor’ sorusunu çok ciddi bir şekilde sorduracak uygulamalarla karşılaşıyoruz.

Temmuz seçimlerinden önce olmuş bazı şeylerin, şimdi, seçim sonrasında girdiğimiz (ve ne menem bir şey olduğunu pek açık seçik göremediğimiz) yeni dönemde derlenip toparlanması gibi görünüyor bana, bu değindiğim olaylar. Seçim öncesinde bu iktidarı bir şekilde defleyip bu toplumu kendi tarihi içinde hapsetme yolunda, gün geçtikçe gözünü karartan bir gayriresmi seferberlik vardı. Bu uğurda çok cüretkâr işlere girişildi, ama istenen, beklenen şey de gerçekleşmedi.

Şimdi, o paldır küldür girişilmiş ve bir sürü beceriksizlikle, kafa göz yara yara yürütülmüş işlerin örtülmesi, kapatılması, başka yerlere kıvılcım sıçratabilecek korların söndürülmesi gerekiyor.

Bunlar da, ‘mahkemede bitecek işler’ kategorisine giriyor. Türk hukukunun geleneksel ‘devleti koruma’ içgüdüsü, bu koşullarda, bu noktalara geldi

Radikal, 16 Aralık 2007

Murat Belge

17.12.2007


 

“Bizim çocuklar” sağ olsun

Onlar ne de olsa “bizim çocuklar”. Vatanı kurtaramadılar; ama vatan onları kurtardı. Ne diyeceğiz? “Vatan sağ olsun” yerine “Onlar sağ olsun”. Peki vatan ne olacak? Hukukun olmadığı, hakkın teslim edilmediği, vatandaşının kendisini hukuk güvencesi altında hissetmediği bir vatanı nasıl koruyacağız?

Bırakın “bizim çocuklar”ı ortalığa doludizgin salmayı, her ferdinin başına bir silahlı görevli dikseniz, hukuk olmadan o vatanı, üzerinde yaşayan insanlarla birlikte tek parça halinde tutabilir misiniz?

Mevzubahis olan “bizim çocuklar” ise gerisi teferruat. Başta vatan, sonra devlet, sonra millet; hepsi birer teferruat. “Bizim çocuklar” olmadan vatan korunamayacağına göre, önce göz bebeğimiz olan “bizim çocuklar” korunacak.

Çaresiz “bizim çocukları” korumanın, vatanı korumaktan, devleti yaşatmaktan, milleti bir arada tutmaktan daha önemli olduğunu anlatacağız. Bizim adımıza, bizim hakkımızı hukukumuzu korumak adına iddiada bulunan bir savcının onurunu, “bizim çocuklar” için feda edeceğiz. “Bizim çocuklar”ı koruma görevinin hukukun üstünde olduğunu fark edemediği için onlara ceza veren ve bu büyük hataları yüzünden tenzil-i rütbe ile sağa sola sürülen yargıçları da bir hukuk kazasının kurbanları olarak hatırlayacağız.

Kamuoyuna yerleşmiş olan “suçüstü yakalandılar” kanaatimizi değiştireceğiz. Hatta daha ileri gidip vatanı korumak için “rutin dışı”na çıkmanın “bizim çocuklar”ın hakkı olduğuna inanacağız. Eğer kanunlar, “bizim çocuklar”ın usullerine göre vatanı korumaya engel ise çiğnenebileceğini bileceğiz. Kanunları çiğnenen ve çiğneyenlerin korunduğu bir vatanın vatandaşları olarak yaşamanın çarelerini arayacağız.

“Hakim teminatı” olmayan askerî mahkemenin verdiği kararın, sivil mahkemenin verdiği karardan üstün olduğuna ikna olacağız. Sivil Mahkeme’nin verdiği 39 yıl cezadan sonra, askerî mahkemenin bir celsede verdiği tahliye kararını “yerinde” bulacağız. Tahliye kararı veren mahkemenin yargıçlarının, davada adı geçen ve taraf olan komutana “bağımlı” olduğunu, iki mahkemenin kararını karşılaştırırken hesaba katmayacağız.

Davanın ilk açılmasından itibaren gözümüzün içine soka soka gelişen terslikleri normal karşılayacağız. İddianameyi hazırlayan savcının üzerinden buldozer gibi geçen ve bir hukuk adamını resmen yok eden tasarrufu haklı ve yerinde bulacağız. Mahkeme yargıçları üzerinde kurulan baskıları, görev değişikliklerini, tıpkı Şemdinli’de olanlar gibi “rutin dışı” görmeyeceğiz. Tanık ifadelerini, delilleri ve mahkemenin ulaştığı “kesin” sonucu “yanlış” bulacağız.

“Bizim çocukları” korumak ve kurtarmak için ortaya çıkan iradeyi, teşebbüs gücünü ve kararlılığı saygıyla karşılayacağız. Kendi mensuplarına sahip çıkan, “iyi çocuklar” kefaletinin arkasında duran “iyi çocuklar kurumu”nun güç gösterisini bağlılıklarımızı bildirerek izleyeceğiz. Ortaya çıkan sonucu “helal olsun” diyerek hep birlikte alkışlayacağız. O koskoca kurumun itibarına emir-komuta zinciri içinde verilen zarardan söz edenleri susturacağız.

Devletin hukukla var olduğunu, devletin saf hukuk olduğunu; ancak hukukla bir ülkenin birliğini bütünlüğünü koruyabileceğini unutacağız. Bir ülkeyi ordusunun, polisinin değil hukukun koruduğunu, güçlünün haklı olduğu bir vatanı kimsenin koruyamayacağını dikkate almayacağız.

Onlar “bizim çocuklar”. Onların ayrıcalıkları kanıtlandı. Kimin sözünün geçtiğini anladık. Bizim için yeterli.

Vatan mı? O zaten “bizim çocuklar”a ait. Yaşatmaya güçleri yetmese de batırmaya hakları var. Devlet ve millet ise vatandaş olarak bize lâzım.

Yıllar sonra “bizim çocuklar”dan biri çıkıp, son zamanlarda yaptıkları gibi “o iş bir hataydı” diyene kadar bekleyeceğiz. O güne kadar bize de içimizdeki Dadaloğlu’nu susturmak düşecek.

Zaman, 16 Aralık 2007

Mümtaz’er Türköne

17.12.2007


 

Faiz esareti

Kemal Derviş’in Türkiye’ye geldiği ilk günü hatırlıyor musunuz, ağzından çıkan ilk cümle neydi; sürdürülebilir borç dinamiği...

Türkiye’nin kaderini daha doğrusu “çalışıp didinen ama bir yere gelemeyen Türk insanının hayatının” nedenlerine cevap veren en kısa cümle... Açılımı da çok basit: Ne olursa olsun; çalış, didin, borcunu öde ve asla “bu borcunu ödemek uğruna” varlığını ertelediğin bu yapının dışına çıkmayı düşünme!

Sevgili dostlar, bu satırlar sonrası Derviş’in kurduğu sistem içinde sıcak paranın rantının “en noktasını” test etmesi gerçeğine değinmek ve bu yapıyı “ekonomik mucize” diye satanlara, tespitler eşliğinde “bazı sorular” sormak istiyorum.

Tespit 1: 2001 Şubat krizi öncesinde “Merkez Bankası” tarafından kontrol edilen kur, Derviş sistemi içinde sıcak para tarafından kontrol edilir hale geldi. 2000-2001 arasında “kuru, Merkez Bankamıza kontrol ettirerek, kârını çoğaltan sıcak para”, 2001-2007 arasında kuru doğrudan etkilemeye başladı. Bu noktada soralım; “dünyada” Pakistan’ın bile “dolar bazında yüzde 6.5 ile borçlandığı bir yapıda hatta iki haneli borçlanmanın kalmadığı son 5 yılda, Türkiye nasıl oluyor da YTL bazında yüzde 16 üstünde, düşen kuru da dikkate alırsak, dolar bazında yıllık yüzde 30 üzerinde borçlandı? Bu gerçekten “ekonomik mucize mi?”

Tespit 2: “Sürdürülebilir borç dinamiği” Türkiye’nin “başına geçirilmiş” bir çuval ve içinde bulunduğumuz durum, daha doğrusu “sürdürme” adı altında ödediğimiz “faiz”, dünyada eşi benzeri olmayan ve “ne ülke riski, ne de başka bir finansal gerçekle” açıklanabilecek bir durum! Bu noktada soralım; bu “döngüyü” Türk Halkı “ne uğruna” sürdürüyor? 2004 yılında ödediğimiz bir yıllık faiz tam 52 milyar dolar veya 70 katrilyon. Konsolide bütçenin tam yarısı. Bir ülke düşünün insanları çalışıyor, çabalıyor daha yolun başında “bütçesinin yarısını” dünya genelindeki “5000’den az gerçek-tüzel kişiye” faiz diye aktarıyor. Esarete bakın!

Tespit 3: Bir ülkede “yerel para birimi üzerinden dünyanın en yüksek faizi ödeniyorsa ve o ülkede dolar kuru da aynı dönemde aşağı gidiyorsa”; orada sadece yerel para birimi cinsinden “yüksek” değil, dolar bazında “katlamalı” bir faiz ödeniyor demektir. Dışarıdan giren para yüzde 16-18 arasında “dünyada matematiksel benzeri” olmayan bir getiri elde ederken, düşen kurun yarattığı “kur farkı” ile bu getiri “inanılmaz” boyutlara ulaşır. İşte bu mekanizmanın adı “finansal terördür” ve “dağlardan” değil sizin “kurumlarınız” aracılığıyla “sıcak para diyarından” gelir. Bu noktada soralım; “sıcak paranın” kendi kârını katlamak adına yarattığı “bu dalgasızlık” durumu “ekonomik istikrar mıdır?”

Sonuç: Neresinden başlasam, nereye kadar yazsam bilemiyorum. Bir ekonomik “tetikçinin” Türkiye’ye gönderilmesi ile başlayan “döngü” içinde Türkiye, son 6 yıl içinde, tarihinde görmediği bir “finansal sömürüye” maruz kaldı. Bu sömürünün “gerektirdiği” kaynağı bulmak için bu ülke “Cumhuriyet tarihinin yarattığı bütün kamu değerlerini” satmak zorunda kaldı. İnsanlarımız yıllarca çalışıp ürettikleri katma değerin her sene yarısını daha yolun başında “bu tuzağı” kuranlara “faiz” adı altında aktardılar.

Son söz: “Sürdürülebilir borç dinamiği” ülkelerin “başına geçirilmiş” çuvaldır. Ülke halkları “çalışır, didinir” ve “kendine harcaması gereken kaynakları” bu sistemin kurucularına aktarır. Sürdürülebilir borç dinamiği içinde kalmak “varlığı” ertelemek ve “sadece aman sistem patlamasın” kaygısı içinde “sadece sahiplere hizmet” etmektir. Türkiye’nin bir an önce bu oyuna “dur” demesi ve geleceğini eline alması kaçınılmaz bir zorunluluktur.

Vatan, 16 Aralık 2007

Yiğit Bulut

17.12.2007


 

İlle de bir tarafın gitmesi mi gerekiyor?

Aşağıdaki satırları Mayıs 1999’da yazmışım; 28 Şubat döneminin en azgın günlerinde: “Telefonlarım, faksım günlerdir susmuyor.

Elektronik posta kutum dolup taşıyor. Hırsından ağlayan, umutsuzluğundan intiharı düşünen insanlarla konuşuyorum her gün. ‘Böyle bir ülkede dünyaya gelmek için ne suç işledik Allahım’ diye yakınıyorlar.

Hepsi de kötü kaderlerine kahretmişler. Başlarını alıp çekip gitmek istiyorlar. Başka bir ülkede göçmen olmayı, kendi ülkelerinde zenci sayılmaktan daha kolay hazmedebileceklerini düşünüyorlar belki..

Böyle aşağılanarak yaşamaktan, bu kadar hiçe sayılmaktan, her dakika ‘burunları sürtülerek’ hizaya sokulmaktan kurtulmaktan başka bir şey düşünemiyorlar. Ama gidecek hiçbir yerleri yok. Başka bir dilleri, başka bir evleri, başka bir ülkenin banka cüzdanı yok.

Kapana kısılmışlar... Sessiz ve terk edilmiş çoğunluk... Terk edilmiş ve ihanete uğramış...

Bütün kalabalıklıklarına rağmen ne kadar yalnızlar. Bütün güçlülüklerine rağmen ne kadar zayıf... Benden bir umut, dayanma güçlerini arttıracak bir çift söz, tevekkül içinde yaşamaya devam edebilmek için bir yol soruyorlar. Bilseler ki ben de kendimi ne kadar yalnız ve çaresiz hissediyorum.

Başını alıp gitmek... Yakılmak üzere bağlandığımız çarmıhtan, o çarmıhın altındaki odunlar ateşe verilmeden bağlarını kopartıp çekip gitmek. O çarmıhın çevresinde halka olmuş çığlıklar atan bağnazlar güruhunun hevesini kursağında bırakıp çekip gitmek...

Acılar ve yalnızlıklar içinde bir başka diyara, yobazın elinin yetişemeyeceği herhangi bir yere alıp başını gitmek. Kendi ülkenin değil, bir yaban elin yalnızı olmayı göze alarak çekip gitmek... Ve kendi yurdunun her gün biraz daha ‘gidemeyenlerin ülkesi’ne dönüşmesini uzaktan acılar içinde seyretmek...

Buna yürek dayanır mı?” Yazı böyle bitiyordu. Dün Fazıl Say’ın yabancı bir gazeteye verdiği demeci okuyunca o günleri ve bu yazıyı hatırladım.

“Bizim Türkiye rüyalarımız biraz öldü. Tüm bakan eşleri türbanlı. Biz yüzde 30, onlar yüzde 70. Türkiye’den gidebilirim”demiş Say. Türkiye’yi terk etme niyetine gerekçe olarak sadece bütün bakan eşlerinin türbanlı olmasını ortaya koyabilmiş. Yani manzara hoşuna gitmiyor. Kendi yaşamından verebildiği herhangi bir kısıtlama, yasaklama, zorlama örneği yok.

Oysa 28 Şubat’ta terk-i diyar etmekten başka çare bulamayan, ama buna da imkanı olmayan yüz binlerin, “başkalarının kıyafetinden rahatsız olma” gibi bir lüksü yoktu. Onların derdi kendi hayatlarını korumaktı sadece. Doğup büyüdükleri ülkede “iç düşman” ilan edilmişlerdi. Düşman gibi takip ediliyor, fişleniyor, damgalanıyor, lanetleniyorlardı. Okula gidemiyor, devletten “ayıklanıyor”, sapır sapır işten atılıyor; girişimcilik yapıyorlarsa “yeşil sermaye” diye damgalanıp batırılıyorlardı. Fazıl Say o zaman nerelerdeydi? Bir demokrat, özgürlüğe düşkün biri olarak hiç mi rahatsız olmadı kurulan cadı kazanlarından? Hiç mi duymadı kurbanların feryadını?

* * *

Asıl mesele şu: Say’ın dediği doğru bile olsa; yani Türkiye 30’a 70 diye bölünmüş bir ülke de olsa - ki kesinlikle doğru değil - bir taraf “kazanınca” öbür tarafın çekip gitmesi mi gerekiyor?

Bu güzel ülke iki “taraf”a da bol bol yetecek kadar büyük ve bereketli değil mi?

Ama işte Say ve onun gibiler, farklılıklarımızla birlikte tatlı tatlı birlikte yaşayabileceğimizi hayal bile edemiyor; “onlar” kazandıysa “kendilerinin” çekip gitmesi gerektiğine inanıyor. Dikkat ederseniz, kalmasını öğütleyen babası ve dostları da, güzel güzel birlikte yaşamak için değil, “mücadele etmek için” kalma çağrısı yapıyor ona. Peki neyin mücadelesi olacak bu? Sözünü ettiği yüzde 30’un yine üste çıkıp kaybettiği imtiyazlarını yeniden ele geçirme ve yüzde 70’i ezme mücadelesi...

Çünkü anti demokrasi iliklerine işlemiş. Liberalizmden hiç nasiplerini alamamışlar. Politik mücadelede üste çıkanın altta kalanı ezmediği bir düzeni hayal bile edemiyorlar.

Bugün, 16 Aralık 2007

Gülay Göktürk

17.12.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri