Türkiye’de din korkusu yayanlar, bu ülkenin vücut kimyasını bozuyorlar. Türkiye’de dini siyasete alet edenler de bu ülkenin vücut kimyasını bozuyorlar.
İkisi de kötü.
Hatta ikisi de bölücü!
Bir başka deyişle:
Laikliği koruyoruz diyerek din korkusu yayanlar da, din adına laikliği gömmek isteyenler de bu ülkeye iyilik yapmıyorlar.
İki aşırı uç bunlar.
Demokrasiyi sevmiyorlar.
İki uç da öyle.
Belki şöyle denebilir:
Laikçiler de, radikal İslamcılar da birinci sınıf demokrasi düşmanlığında birleşiyorlar.
Bu nedenle örneğin türban yasağı iki aşırı ucun da işine geliyor. Bu yasak sayesinde, iki taraf da demokrasinin kuyusunu kazmak için kolay bir bahaneyi yakalamış oluyorlar.
Abartılı bir değerlendirme mi?
Kimine öyle gelebilir.
Ancak, Milliyet’in son iki haftadır Tarhan Erdem araştırmasıyla yol açtığı türban tartışmalarına iki aşırı uç penceresinden bakmak da mümkün...
Oysa, Türkiye bu tartışmayı burun deliklerini ille de germeden, soğukkanlı biçimde yapabilir.
Yapmalıdır da.
Bunu başaramayınca, demokrasi düşmanlarının eli güçleniyor çünkü.
Din nasıl yaşanacak?
Bu sorunun yanıtı bizim devlet ve toplum düzenimizde daha hâlâ yerli yerine oturabilmiş değil.
Bunun gibi din eğitimi ile aile, toplum ve devlet ilişkilerinde de taşlar yerli yerine oturabilmiş değil. Bu yüzden zorunlu din dersleri, Kuran kursları, imam hatipler deyince Türkiye’nin vücut kimyası bir anda bozuluyor, siyaset dengesizleşiyor.
Türbanda da durum farklı değil.
Türban yasaklarıyla ilgili tartışmalar öylesine bir üslup içinde yapılıyor ki, toplum geriliyor, toplum kutuplaştırılıyor.
Oysa, insanların inançlarından dolayı birbirlerine düşmanlaştırılmak istenmesi büyük bir kötülük değil mi?
Asıl bölücülük budur.
Günümüzde bir kadının türbanla, başörtüsüyle modern hayata katılmasından daha doğal bir şey olamaz.
Bu bir bireysel tercihtir.
Siz bu tercihin alanını, kamusal alanı aşırı ve gereksiz şekilde genişleterek daralttıkça, bu ülkede barış ve huzurla oynamış olursunuz.
Örneğin bu açıdan üniversitedeki türban yasağı, yıllardan beri söylediğim gibi, büyük bir yanlış ve ayıptır.
Bu tutum demokrasiye de, insan haklarına da aykırıdır.
Ben böyle düşünüyorum.
Kökleri eskilere giden din korkusu bu ülkede barış, huzur ve demokrasiyi olumsuz etkiliyor. Entelektüel bakımdan kısırlaştırıcı etki yapıyor.
Ahmet Altan’ın dediği gibi:
“İttihatçılar’ın dine ve dindarlara duyduğu kuşku olduğu gibi Cumhuriyet’e geçti. Bizler de Kemalizm eğitiminin çocukları olarak o kuşkuyu derinliklerimize yerleştirdik. Bazılarımız ‘solcu’ olduk, ‘Din kitlelerin afyonudur’ sözünü öğrendik. Dini ürkütücü bir şey olarak gördük ve din bizi ‘gericiye çevirecekmiş’ gibi ondan hep uzak durduk.
Ama dinden korkmak toplumun hiçbir işine yaramadı. Bu anlamsız korku bizi entelektüel açıdan epey zayıflattı. Hemen hemen bütün entelektüellerimiz gibi yazarlarımızın da hem dini bilgileri azdır, hem de bir din adamını zaaflarıyla ve erdemleriyle anlatmaktan ürkerler.
Bu ürkeklik, bu yapay uzaklık, bu gereksiz korku, bizi, toplumun harcındaki en önemli etkenlerden birini incelemekten, anlamaktan, yaşadığımız toplumdaki çeşitli acıların kaynaklarını saptamaktan alıkoydu. Bu toplumun en büyük yaralarından biri, dinle ilişkisindeki kaygan alandır.
Bir toplumu anlamanın, o toplumun diniyle ilişkisini anlamadan mümkün olamayacağına inanırım. Türkiye’nin diniyle olan sorunlarını ‘huzurlu’ bir şekilde aşmasının bu ülkeyi rahatlatacağını, manasız çekişmelerden kurtaracağını düşünürüm.
Dinden korkacak bir şey yok.” (Ahmet Altan’la röportaj; Mehmet Gündem, Yeni Şafak, 10.12.07, s.15)
Onun içindir ki:
Milliyet’le Tarhan Erdem bu ülkede din olgusunun daha iyi anlaşılması için iyi bir iş yapmışlardır.
Tabii tartışılabilir, eleştirilebilir. Ancak, tartışmayı uçlara çekmenin herhangi bir yararı olduğunu sanmıyorum.
Milliyet, 16 Aralık 2007
|