Fikret Bila’nın gazetemizdeki emekli komutanlar ve PKK dizisi ilginçti. Eski genelkurmay başkanlarıyla kuvvet komutanları, yakın geçmişin bazı yanlışlarını belirtirken, yer yer sınırlı da olsa itiraflarda bulundular.
İyi güzel deyip geçelim mi?
Sanmıyorum.
Doğru olan tartışmaktır.
Sorgulamaktır.
Bu itiraf ve özeleştirilerin ışığında, devletin bugünkü resmi politikalarını da gözden geçirmektir. Böyle bir sürece geçmişin başbakanlarını da sokmaktır.
Mümkün olsa, hesap sormaktır.
Niye?
Çünkü, özellikle son çeyrek yüzyılın PKK yangını ülkemize maddi ve manevi bakımdan çok pahalıya mal oldu. Türkiye’nin kalkınmasına harcanacak kaynaklar ne yazık ki bir dipsiz kuyuda kayboldu gitti.
Ve bu süreç henüz bitmedi.
Kan ve gözyaşı hâlâ akıyor.
Bunun içindir ki:
Eğer geçmişten ders çıkarmayı önemsiyorsak, o zaman emekli komutanların itirafları üzerinde durmanın ve tartışmanın yararı var.
Çünkü, ister Güneydoğu ya da Kürt sorunu deyin, ister sadece terör problemi deyip geçin, ama bu sorunun öteden beri ‘asker tekeli’nde bir sorun olduğu gerçeğini unutmayın.
Asker, bu sorunu kendi eliyle devletin içine kilitlemiş ve seçilmiş hükümetleri mümkün olabildiğince bu alanın dışında tutmaya çalışmıştır.
Hatta, bürokrasinin sivil kanadından kaynaklanan bazı girişimlere de “Bu konuya karışmayın!” diyerek kapıyı kapalı tutmuştur.
Emekli komutanların Milliyet’teki bazı itirafları bunun için önem taşıyor. Kürt sorunu ve PKK, Türkiye’nin canını yakmışsa, yakmaya da devam ediyorsa, bu konuda yanlışların aslan payı askerindir.
Hiç kuşkusuz seçimle gelen sivillerin, başbakanların pratikteki “Emret komutanım!” tavrı da yanlışların sistemleşmesine yol açmıştır.
Kürt sorunuyla ilgili olarak bugüne kadar, bir ölçüde Başbakan Özal hariç, başbakanların hemen hepsi askerin damgasını vurduğu devlet politikalarını genellikle benimsemişlerdir. Kapalı kapılar arkasında yaptıkları ‘asker eleştirileri’nin gereğini iktidarda iken yapmaktan kaçınmışlardır.
Geçelim.
Emekli komutanların söylediklerini okurken bir noktaya özellikle dikkat ettim. Bazı yanlışları itiraf ediyorlardı ama sorunun özünü yine yakalayabilmiş değillerdi.
Kürdü, Kürtçeyi nihayet kabullenmişlerdi.
Ama daha hâlâ sorunun adını Kürt sorunu olarak koyamıyorlardı. Bu sorunun Kürt kimliğinin, kültürünün ‘inkâr’ından kaynaklandığını da anlayabilmiş değillerdi.
Hatta biri, Kürt kimliğinden söz etmeyi daha hâlâ vatan hainliği diye niteleyebiliyordu.
Biri de, 12 Eylül askeri yönetiminin Diyarbakır Askeri Cezaevi’ndeki zulmünün sistemli olmadığını daha hâlâ iddia edebiliyordu.
Sorunun, komutanların kafasında daha hâlâ, daha çok bir terör sorunu olarak durduğu anlaşılıyor, sopa ile çözülebileceği yanılgısı sürüyordu.
Şu da belirgindi:
Türkiye için demokrasi ve hukuk devletinin çerçevesine oturtulmuş bir oyun planı kafalarda pek yoktu. Bunun yerine, “Amerika, Avrupa bizi bölmek istiyor!” klişesine gösterilen rağbet dikkati çekiyordu.
ABD ile, AB ile çatışarak Türkiye nereye gidebilir, böyle bir çatışma rotası Türkiye’yi bölünme riskine, istikrarsızlaşma riskine daha açık hale getirmez mi sorusu emekli komutanların kafasında pek yer etmemişti.
Bu konularda Hilmi Özkök Paşa daha farklı bir yerde. Özkök Paşa, Genelkurmay Başkanlığı koltuğunda otururken de farklı bakış açılarına sahip olduğunu belli etmiş, örneğin PKK’nın etkisiz hale getirilmesinde Türkiye’nin AB yolunda yürümesinin önemini birkaç kez dile getirmişti.
Kısaca denebilir ki:
Emekli komutanların bu açıklamaları, dileriz, askerin kendi içinde de Kürt sorunu ve PKK konusunda geçmiş ve gelecek tahlillerine yol açar.
Yine dileriz, devlet içinde askerle sivilin ortak platformlarında da geçmiş ve gelecek tartışmaları yapılır.
Sonuncu temenniye gelince:
Erdoğan hükümetinin siyasal inisyatif kullanarak, ABD, AB ve Kuzey Irak dengelerini de kollayarak, çok boyutlu bir ‘oyun planı’nı bir an önce gündeme getirmesidir.
Bunun tam zamanıdır.
Milliyet, 9 Kasım 2007
|