İki hafta önce “PKK diye bir hedef var mı” diye sormuştum. Yani: Kandil Dağı’nda, “vurularak”, “ateş edilerek” etkisiz hale getirilecek bir PKK var mı? (16 Ekim)
Bazıları bu soruyu saçma buldu. “Tezkere çıkar, Türk ordusu da Kandil’e gidip PKK’yı vurur” dediler. İstihbarat toplamak yeterliymiş bunu yapmak için.
Halbuki, ortaya attığım o basit sorunun ardında şöyle bir fikir vardı:
PKK’nın ana üssünün, merkez kampının Türkiye-Irak-İran sınırının kesiştiği noktaya yakın bir konumdaki Kandil’de olduğunu bilmeyen yok.
Hani hep deniyor ya: “Batı medyasından gazetecilerin elini kolunu sallaya sallaya gidip röportaj yaptığı PKK’lıları, Türk ordusu mu bulamayacak?”
Eğer, tam da o röportajları okusalardı, bu işin hiç de basit olmadığını kavrar ve yukarıdaki soruyu anlamsız bulmazlardı.
Bizim medyaya baktığınızda o röportajların ancak en kışkırtıcı yönü karşınıza çıkıyor: Mesela Le Monde gazetesinden Patrick Claude, Kandil’e gidip PKK’lılarla konuşmuş.
Bunlardan biri de Bozan Tekin kod adlı bir PKK komutanıymış ve şöyle demiş: “Buraları Büyük İskender dahi fethedemedi.”
*
İşte bir “kışkırtıcı” söz! Büyük İskender dediği, Makedonyalı komutan... Milattan önce 4’üncü yüzyılda yaşamış.
Bunu duyan hamaset edebiyatçıları, hemen gaza gelerek bağırmaya başlıyor: “Savaş teknolojisinin bu kadar geliştiği bir çağda, kahraman Mehmetçik, İskender’in beceremediği şeyi elbette yapacaktır.”
Bu tarz bir “hesapsız kitapsız” düşünce... Gencecik delikanlıları ölüme atmaktan... Ya da füzeleri, bombaları dağa taşa sallamaktan öteye gidemez.
(Allahtan, demokrasi konusunda eleştirdiğimiz Genelkurmay, bu tip meselelerde son derece mantıklı ve akıllıca davranıyor.)
*
Peki, o röportajları doğru dürüst okusalardı, ne göreceklerdi? Mesela Patrick Claude’un şu satırlarını:
“Burada dünyanın en mükemmel doğal kalelerinden birisi başlıyor... Göz alabildiğine kabak dağlar, binlerce mağara, zıpkın uçurumlar... İki haftadır artmakta olan bütün uluslararası baskılara rağmen, Irak Kürtleri şimdilik, sahip oldukları yüz bin kişilik peşmerge ordusunun bir tümenini dahi dik kafalı ‘kuzenlerinin’ üzerine yollamaya niyetli gözükmüyorlar. Hayır, öyle etnisite akrabalığı gibi romantik bir gerekçeden dolayı falan değil! Sadece, geçmişte Saddam’ın askerlerinden kaçarken kendileri de oraya sığınmış olduklarından, bizzat tecrübeleriyle biliyorlar ki Kandil Dağları zapt edilemez.” (Hadi Uluengin’in çevrisi, Hürriyet, 31 Ekim)
*
Kandil dediğin Alemdağ değil. Tank, kamyon, cip çıkmıyor. Uçakla ya da helikopterle ateş açarsan mağaralara kaçıyorlar. Belki üç beş kişiyi öldürüyorsun ama neticede asıl yaptığın dağı taşı vurmak.
Mecburen “piyade” gideceksin.
Böyle bir durumda... Ne kadar iyi donanmış, ne kadar iyi eğitilmiş olursa olsun gönderdiğin askerler ile militanlar dengeleniyor.
Hatta PKK’lılar daha da avantajlı: Çünkü savunma konumundalar ve bunu avuçlarının içi gibi bildikleri bir ortamda (mağaralar, uçurumlar, kayalıklar) yapacaklar.
O halde Kandil’i “temizlemek” için devasa miktarda asker yığmak gerekiyor. Türkiye buna kalkışsa dahi... Hedefin orada kalacağını kimse garanti edemez.
İşte bu yüzden Ankara; bir yandan ABD’yi ikna etmeye çalışırken, bir yandan da Barzani’yi tehdit ediyor.
Çünkü onların yardımı olmadan; ikmal yollarını kesip aylarca sürebilecek bir temizliğe girişmek mümkün değil.
Velhasıl: “Asarız keseriz” tafralarıyla, “Facebook milliyetçiliğiyle” ya da “istihbarat toplar gideriz” saflığıyla bu işler olmuyor. Anladın mı canım kardeşim!
Sabah, 1.11.2007
|