Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 02 Kasım 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Bazı 'emekli askerler' en çok kime zarar veriyor?

Önceki gün grup toplantısında konuşma yapan Başbakan Erdoğan, emekli subayların televizyon kanallarında yaptığı tez canlı yorumlara tepki gösterdi.

“Kanal kanal dolaşıp ülke birliğine kurşun sıkıyorlar.” cümlesiyle ifade edilen eleştiri, yeni bir kavrama dönüştü ve dünkü gazetelerin birinci sayfasında “tahrik memurları” şeklinde yer aldı. Başbakan, “Devlet olarak kurumlarımızla dayanışma içinde bu süreci işletirken..” demek suretiyle Türk Silahlı Kuvvetleri’yle uyum içinde çalıştıklarını özellikle vurguluyor ve ‘tahrik memurları’ diye isimlendirdiği kitleye ağır ithamda bulunuyor: “Sadece oraya (TV kanalına) gelip, acaba biz buradan şu anda hükümeti nasıl köşeye sıkıştırırız, hesapları bu.”

Başbakan’ın emekli subaylardan yakınması bıçağın kemiğe dayandığı andır. Çünkü uzun bir zamandan beri bazı emekliler siyasetin içine siyaset dışı metotlarla giriyor, psikolojik harbin yanıltıcı taktiklerine başvuruyor. Bu, tasvip edilebilecek bir yol değil. Bu nedenle emekli askerlerin siyaseti yönlendirmeye çalışması hem TSK’ya zarar veriyor, hem demokrasimize. Ve herkes bu durumdan rahatsız.

Lütfen hafızanızı yoklayın. Dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök Paşa da emekli subayların bazı faaliyetlerinden rahatsızlık duyduğunu belirtmiş; hatta onlara bazı çalışma alanlarının açılabileceğini, tecrübelerinden yararlanmak üzere bazı gayretlerin ortaya konulabileceğini söylemişti. Konu sadece iktidardaki AK Parti ile ilgili değil; birçok siyasî yapı, parti içi illegal örgütlenme ve yönlendirmelerden rahatsız. Mesela emekli bazı subaylar bir ara MHP’nin iç işlerine bizzat müdahale eder hale gelmiş, ülkücü gençler üzerinden parti yönetimini zora sokan çalışmalara girmişti. O dönemde MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, ülkücü.org’a beyanat vermiş “bazı emekli askerlerin partiyi karıştırmak istediği”ni ifade ederek sert bir çıkış yapmıştı. Daha sonra “bazı emekli memurlar” diye düzeltilen ifadenin muhatapları gayet iyi biliniyordu. Nitekim o gruptan bazıları ulusalcı kanatta aktif görev almış ve MHP’yi yıpratmak için akla hayale gelmedik işler denemişti...

Bazı emeklilerin, eski Maocuların dergi ve partilerinde kışkırtıcılık yaptığı herkesin malumu. 28 Şubat döneminde anormal çıkışlarla halkı küstüren kimilerinin de bazı marjinal gazetelerde atıp tuttuğu ve ideolojik şartlanmışlığa devam ettiği de aşikâr... Cumhuriyet Mitinglerinde sadece katılımcı değil, düzenleyici, yönlendirici, teşvik ve tahrik edici roller üstlendikleri de bilinen bir gerçek. Hatta muteber bir internet sitesinde Cumhuriyet mitinglerinde “emekli ve muvazzaf” askerlerin de bu mitinglerde siyasî eylem yaptığı yazıldı, çizildi.

Emekli devlet memurlarının siyasetle iştigal etmesinde problem yok; hatta alenen siyasetin içinde olmalarında fayda da bulunabilir. O yüzden Başbakan, Kuzey Irak’a girilsin diye ileri geri konuşan emeklilere önceki gün şu çağrıda bulundu: “Bu işleri çok iyi biliyorlarsa, girerlerdi bir partiye, siyasete soyunurlardı.” Doğru bir tespit. Madem terörü bitirmenin yollarını çok iyi biliyor ve hükümetleri aşağılayarak açıklamalar yapıyorsun girersin siyasete, alırsın inisiyatifi... Problem siyasete girilmesi değil; siyasetin siyaset dışı yöntemlerle yönetilmesi ve halkın bambaşka bir alana çekilmesidir. Böyle bir uyarıya da ihtiyaç olduğu gözleniyor.

Bayrak ve “mantar tabancası” üzerine el bastırıp “ölmeye ve öldürmeye” yemin ettiren emekliler yansıdı kameralara. Danıştay saldırısından sonra bazı isimlerin çete bağlantısı çıktı ortaya. Bugün çetecilik suçundan aylardır içeride bulunan bazı emekliler var...

Milletimiz ordusunu sever; sevgisi de boşuna değildir, tarihî bir gerçekliği vardır. Ancak bazı maceraperest insanların illegal çalışması en çok bir zamanlar hizmet verdikleri Türk Silahlı Kuvvetleri’ne zarar veriyor. Bu hatanın telafisi, sadece ordumuz için değil, Türkiye’miz için de önemlidir. Çünkü az sayıda insanın yaptığı hata, bir kuruma mal edilemez; edilmemelidir de.

Zaman, 1.11.2007

Ekrem DUMANLI

02.11.2007


 

Yahudi Kürtler fenomeni

Ne zaman PKK, Kuzey Irak ve Barzani kelimeleri yan yana geçse, hemen akla İsrail gelir. İsrail’in bölgedeki Kürtlerle olan yakın ilişkileri, Barzani ailesinin İsrail hükümetleriyle inanç ve ülkü birliği yapması gibi konular, terör örgütü PKK’nın son dönemde artan eylemleriyle birlikte düşünüldüğünde “Yahudi Kürtler fenomeni” ön plana çıkıyor.

Kamu oyunda çok fazla konuşulmasa da dünyanın önde gelen araştırmacı ve gazetecileri Yahudi Kürtlere yakın ilgi duymuştur. “ The New Yorker” dergisinin kıdemli yazarı Seymour Hersh, Mossad ajanlarının bölgede Kürt komandolarını eğittiğini yazdığında ortalık bir hayli karışmıştı. Aynı şekilde bölgede görev yapan BBC muhabiri Lawrence Quill’in 22 Kasım 2004 tarihli yazısında da Kuzey Irak’taki Kürt komandoların hayatı ile ilgili ilginç bilgiler yer alıyordu. Bir Kürt komando, Quill’e “Benim evimde Ariel Şaron’un resmi asılı, çocuklarımı İsrail’e göndermek istiyorum, oraya gidip yerleşsinler” diyordu.

Aslında bölgede sayıları 100 bin civarında olduğu sanılan ve bir bölümü Mesut Barzani’nin doğum yeri olan Barzan kasabasından İsrail’e göç eden Yahudi Kürtlerin, eski vatanlarında cirit attığına dair haberler, PKK kamplarında da bu kişilerin görülmesi, üzerinde önemli durulması gereken noktalar arasında yer alıyor. Aksiyon dergisinin 3 Mayıs 2006 tarihli haberinde de Kandil dağını boşaltan PKK’lılara, bölgedeki Yahudi Kürtlerin sahip çıktığı ve teröristleri kendi köylerinde sakladıkları iddia ediliyordu.

Habere göre, terörist Murat Karayılan’ın grubunu Erbil tarafındaki Akre ve Kürt Yahudilerin yaşadığı alan olarak bilinen Berzenci bölgesine taşıdığı belirtiliyordu. Bütün bu söylenenlerin komplo olduğunu düşünsek dahi bölgeyi ve burada olup biteni daha iyi anlayabilmek için Yahudi ve Kürt kelimesini genlerinde derc etmiş bu insanları mercek altına almak, onların izlerini takip etmek şart.

Ne yazık ki, bu konuyla ilgili sınırlı sayıda araştırma var elimizde. Bunlardan biri A.Medyalı tarafından kaleme alınan “Kürdistanlı Yahudiler” kitabıydı. Daha çok Kürt Yahudileri etnik açıdan inceleyen bu kitabın yanı sıra konuyu enine boyuna derli toplu bir şekilde inceleyen bir kitap daha var ve bugünlerde bir hayli popüler. Eşref Günaydın tarafından 2004 yılında kaleme alınan ve “Yahudi Kürtler / Babil’in Kayıp Çocukları” adlı kitap Karakutu Yayınları’ndan çıktı.

Kitapta, Barzani ailesinin İsrail ile olan ilişkisi, Kürt Yahudilerin bölgedeki konumu gibi birçok başlık altında önemli bilgiler yer alıyor.

Üstelik, “Barzani Yahudidir” gibi kesin yargılar yerine çok farklı kaynakların konuyla ilgili görüşüne de yer veriliyor ve nihai söz, okuyucuya bırakılıyor. Bu yazıyı yazarken de aynı kitabı kaynak olarak kullandığımı söylememe gerek yok sanırım.

Bugün, 1.11.2007

Nuh GÖNÜLTAŞ

02.11.2007


 

Emekli generaller!

Başbakan önceki gün eleştiri oklarını televizyon ekranlarında boy gösteren, kamuoyunu yönlendirme işinde başrol oynayan emekli generallere çeviriyordu.

Devam ettirmek, tartışmak lazım…

Emekli subayların son dönemlerde Türk siyasetinde oynamaya soyundukları önemli bir rol var. Emeklileri kendi içlerinde siyaseten aktif bir şekilde örgütlenmiş, farklı grupları örgütleyen, hemen her konuda etkin olmaya çalışan, “keskin, şahin, siyaset karşıtlığı üzerine oturan bir seferberlik” içinde görüyoruz.

Televizyonlarda fikir beyan eden emekli askerler, 28 Şubat’ın kalıntısı “sivil toplum(!)” örgütlerini üreten ve yöneten emekli askerler, çete işlerine bulaşan emekli askerler…

Şimdi seslerini başka yerlerde, başka biçimde çıkarmaya çalışıyorlar…

Ne var ki kritik günler yaşıyoruz…

Sıkça söyleniyor, üzerinde oturduğumuz gelenek, Çorum, Maraş olaylarının, 6-7 Eylül hadiselerinin yaşandığı, 70’li yılların ikinci yarısında sokak çatışmalarında günde yirmi kişinin öldürüldüğü bir gelenektir.

Nitekim ülkedeki “savaş ruh hali” arttıkça, “öfkenin tehlikeli bir biçimde siyasallaştığını”, en azından “öfke siyasetini iş bilenlerin öne çıktığını” görüyoruz…

Kürtçe şarkı söyleyen kapıcısından ürken, onu PKK’lı gören insanlar üretiyor bu ortam.

Ve emekli generaller sadece Başbakan’ı rahatsız eden “şahinimsi stratejik değerlendirmeler” yapmıyorlar. Aynı zamanda toplumu kendi deyişleriyle hem açık hem örtülü PKK’ya karşı seferberliğe davet ediyorlar. Örtülü diyerek, kimi siyasi partilerden liberal düşünce adamlarına, farklı siyasi görüş sahiplerine kadar uzanan bir hedef tanımlıyorlar.

Sabah gazetesi yazarı Hasan Bülent Kahraman’ın bu konudaki bir izlenimi son derece dikkat çekiciydi. Şöyle diyordu yazar:

“Geçen gecelerin birisinde göz ucuyla televizyona bakarken emekli bir tümgeneralin son olaylar hakkında yaptığı açıklamaları dinledim. Paşa, ‘PKK’yı askerler değil, halk bitirecektir’ dedi. Devamında, gençlerin bu işi başarmak üzere olduğunu fakat ‘liderlik ihtiyacı’ bulunduğunu belirtti. Onların heyecanlarını ayaklandıracak, iradelerini güçlendirecek, kararlılık ve azimlerini canlı tutacak bir liderliğe ihtiyaç olduğunu söylüyordu emekli tümgeneral…”

İşte mesele budur.

Ve bu, gerçekten tehlikeli bir oyundur…

Bilinir, toplumsal alanda “askercilik” oynamaya başladığınızda, “tehlikeli, azgın çeteler” üretirsiniz…

PKK’yı değil kendi toplumunuzu yer bitirirsiniz…

PKK’yı bitirmek sokaktaki adamın işi değildir. Yetkili, sorumlu, ücretli, silahlı ve sivil kurumların, siyasetin ve ordunun işidir…

Birileri şunu söylemeli emekli generallere: Toplumsal hayat kışla hayatına benzemez…

Türkiye PKK’yla 25 yıldır mücadele ediyor. Askerin kendi deyişiyle ülkede örtülü bir savaş yaşanıyor. 35-40 bin insan hayatını kaybetti. 100 milyarlarca dolar silaha aktı.

Ülkenin ve bölgenin sosyolojik dokusu değişti.

Güney ve Doğu’da çatışmalarla birlikte kırsal alanın boşalması, zorunlu ve gönüllü, ama kitlesel bir göç yaşandı.

Kitlesel göç insanların, tek başlarına geldikleri zaman, geldikleri yerle yaşadıkları yerle kaynaşmaları engeller.

Öyle oldu…

Bu göç sonucunda Adana’dan başlayan, Çanakkale’ye kadar uzanan göçmen öbeklerinin doldurduğu bir kıyı hattı oluştu. Bu hatta ortaya çıkan kültürel gettolar, Kürtler ve Türklerin ayrı öbekler halinde yaşamaya başladığı tablolar ortaya çıktı…

Bu sosyolojik hal, pimi çekilmiş el bombasına benzer…

Her hangi bir infilak etnik çatışmayı davet eder…

Evet, toplumsal hayat kışla hayatına benzemez…

O emekli subaylar, emekliliklerini yaşarlarsa, ülkeye faydaları gerçekten büyük olacaktır…

Yeni Şafak, 1.11.2007

Ali BAYRAMOĞLU

02.11.2007


 

Orası Alemdağ değil!

İki hafta önce “PKK diye bir hedef var mı” diye sormuştum. Yani: Kandil Dağı’nda, “vurularak”, “ateş edilerek” etkisiz hale getirilecek bir PKK var mı? (16 Ekim)

Bazıları bu soruyu saçma buldu. “Tezkere çıkar, Türk ordusu da Kandil’e gidip PKK’yı vurur” dediler. İstihbarat toplamak yeterliymiş bunu yapmak için.

Halbuki, ortaya attığım o basit sorunun ardında şöyle bir fikir vardı:

PKK’nın ana üssünün, merkez kampının Türkiye-Irak-İran sınırının kesiştiği noktaya yakın bir konumdaki Kandil’de olduğunu bilmeyen yok.

Hani hep deniyor ya: “Batı medyasından gazetecilerin elini kolunu sallaya sallaya gidip röportaj yaptığı PKK’lıları, Türk ordusu mu bulamayacak?”

Eğer, tam da o röportajları okusalardı, bu işin hiç de basit olmadığını kavrar ve yukarıdaki soruyu anlamsız bulmazlardı.

Bizim medyaya baktığınızda o röportajların ancak en kışkırtıcı yönü karşınıza çıkıyor: Mesela Le Monde gazetesinden Patrick Claude, Kandil’e gidip PKK’lılarla konuşmuş.

Bunlardan biri de Bozan Tekin kod adlı bir PKK komutanıymış ve şöyle demiş: “Buraları Büyük İskender dahi fethedemedi.”

*

İşte bir “kışkırtıcı” söz! Büyük İskender dediği, Makedonyalı komutan... Milattan önce 4’üncü yüzyılda yaşamış.

Bunu duyan hamaset edebiyatçıları, hemen gaza gelerek bağırmaya başlıyor: “Savaş teknolojisinin bu kadar geliştiği bir çağda, kahraman Mehmetçik, İskender’in beceremediği şeyi elbette yapacaktır.”

Bu tarz bir “hesapsız kitapsız” düşünce... Gencecik delikanlıları ölüme atmaktan... Ya da füzeleri, bombaları dağa taşa sallamaktan öteye gidemez.

(Allahtan, demokrasi konusunda eleştirdiğimiz Genelkurmay, bu tip meselelerde son derece mantıklı ve akıllıca davranıyor.)

*

Peki, o röportajları doğru dürüst okusalardı, ne göreceklerdi? Mesela Patrick Claude’un şu satırlarını:

“Burada dünyanın en mükemmel doğal kalelerinden birisi başlıyor... Göz alabildiğine kabak dağlar, binlerce mağara, zıpkın uçurumlar... İki haftadır artmakta olan bütün uluslararası baskılara rağmen, Irak Kürtleri şimdilik, sahip oldukları yüz bin kişilik peşmerge ordusunun bir tümenini dahi dik kafalı ‘kuzenlerinin’ üzerine yollamaya niyetli gözükmüyorlar. Hayır, öyle etnisite akrabalığı gibi romantik bir gerekçeden dolayı falan değil! Sadece, geçmişte Saddam’ın askerlerinden kaçarken kendileri de oraya sığınmış olduklarından, bizzat tecrübeleriyle biliyorlar ki Kandil Dağları zapt edilemez.” (Hadi Uluengin’in çevrisi, Hürriyet, 31 Ekim)

*

Kandil dediğin Alemdağ değil. Tank, kamyon, cip çıkmıyor. Uçakla ya da helikopterle ateş açarsan mağaralara kaçıyorlar. Belki üç beş kişiyi öldürüyorsun ama neticede asıl yaptığın dağı taşı vurmak.

Mecburen “piyade” gideceksin.

Böyle bir durumda... Ne kadar iyi donanmış, ne kadar iyi eğitilmiş olursa olsun gönderdiğin askerler ile militanlar dengeleniyor.

Hatta PKK’lılar daha da avantajlı: Çünkü savunma konumundalar ve bunu avuçlarının içi gibi bildikleri bir ortamda (mağaralar, uçurumlar, kayalıklar) yapacaklar.

O halde Kandil’i “temizlemek” için devasa miktarda asker yığmak gerekiyor. Türkiye buna kalkışsa dahi... Hedefin orada kalacağını kimse garanti edemez.

İşte bu yüzden Ankara; bir yandan ABD’yi ikna etmeye çalışırken, bir yandan da Barzani’yi tehdit ediyor.

Çünkü onların yardımı olmadan; ikmal yollarını kesip aylarca sürebilecek bir temizliğe girişmek mümkün değil.

Velhasıl: “Asarız keseriz” tafralarıyla, “Facebook milliyetçiliğiyle” ya da “istihbarat toplar gideriz” saflığıyla bu işler olmuyor. Anladın mı canım kardeşim!

Sabah, 1.11.2007

Emre AKÖZ

02.11.2007


 

Şimdi hiç olmadı Bekir Coşkun!

Bekir Coşkun’u severim; hayvanları bütün içtenliğiyle sevdiği, onlara merhamet duyduğu için...

Bekir Coşkun’a şaşarım; hemen her satırının arkasında aynı merhameti insanlara duymadığına dair izlere rastladığım için...

Bekir Coşkun’a saygı duyarım; görüşlerini evirip çevirmeden, kıvırmadan dile getirdiği, herkese hoş görünme çabasıyla düşüncelerini eğip bükmediği, saklamadığı için...

Bekir Coşkun’un yazarlığına yakınlık duymam; genellikle ucuz klişelere yaslanan bir yazı dili kullandığı ve aslında açıkça hor gördüğü kitlelerin hassas duygularını kaşımayı köşe yazarının misyonu sandığı için...

Sonuçta...

Her zaman bildiği-inandığı gibi yazan, bundan sonra da bildiği-inandığı gibi yazmasını dilediğim, bunun için mücadele edeceğim meslektaşlarımdan biri Bekir Coşkun.

***

Görüşlerine hiç katılmadığım o kadar çok yazısı olmuştur ki Coşkun’un saymakla bitmez...

Fakat dün...

Dün ilk kez bir Bekir Coşkun yazısı okurken utandım.

İnsan olarak, bu vatanın bir çocuğu olarak ve meslektaşı olarak utandım.

Daha yazısının başlığında “Meydanlarda niye türbanlı yok?” diye soruyordu Coşkun.

Terörü protesto mitinglerinde, şehitlerimizin acısıyla sokaklara dökülen kalabalıklar içinde türbanlılara neden rastlanmadığını soruyordu.

Bir okurunun notuymuş bu.

Sonra “ben de baktım, yoklar...” diye yazmıştı.

Yetmemiş, araya hızlı bir AKP analizi(!) de sıkıştırıp yazısının sonunu da şöyle bağlamıştı: “Terörün bu hale gelmesinin sorumlusudur bunlar. Bu nedenle meydanlardaki kalabalıklardan rahatsızlar. İşlerine gelmiyordur. Çığlık çığlık dolan meydanlar, onlara iktidarlarının beceriksizliğini ve bir milletin gururunu hatırlatıyordur. Bu yüzden... Meydanlarda yoklar...”

***

Utandım...

Şu kalem kâğıt dediğimiz şeyin bu kadar hoyrat, bu kadar kırıcı, bu kadar bölücü ve “uydur uydur ebegümeci” olabilme gücünden utandım.

Bekir Coşkun gibi yıllanmış bir köşe yazarının şehit annelerini bile göremeyecek kadar bakar kör olabilmesinden...

Terör bu ülkeyi yüzde 47- yüzde 53 diye ayırmadan vururken teröre karşı çıkan bir yazarın kafasının hâlâ oraya takılmış olmasında artık hiçbir içtenlik bulunamayacağı gerçeğiyle böyle yüzleşmekten utandım.

Hani oturduğum yerde kendi kendime duvara doğru bağıracaktım: “Bekir bey, Bekir bey, göbeğini kaşıyan kıllı adamlar diye aylardır yazılarınızda hor gördüğünüz insanların çocukları ölüyor, siz hâlâ ne diyorsunuz? Siyasal görüşlerinizi nasıl savunursanız savunun ama hiç değilse bu hassasiyetleri kaşımayın, teröre tepki ortaklığına nifak sokmayın, bu kadar ucuz siyaset yapmayın!”

***

İnternetteki medya haberleri sitelerinden Süperpoligon dün öğle saatlerinde ilginç bir çalışma yaptı. (Meraklısının dikkatine; Süperpoligon “türbanlılar”ın sitelerinden değildir!)

Anadolu Ajansı’nın çeşitli şehirlerde yapılmış son terörü kınama mitinglerinde çekilmiş fotoğrafların arşivine giren Süperpoligon editörleri benzeri yüzlerce fotoğraf arasından on birini seçip “Bekir Coşkun’un mitinglerde göremediği türbanlılar” başlığıyla sitelerinde yayınladı.

Fotoğraflarda oğullarının fotoğraflarını taşıyan, alınlarına “şehitler ölmez-vatan bölünmez” yazılı bantlar takmış şehit anneleri ve aileleri vardı.

Türbanlıydılar, baş örtülüydüler...

Türkiye’yi kendi yaşadığı mahallelerden ve kafasındaki “fotoğraf”tan ibaret sanan Bekir Coşkun görmüş müdür o fotoğrafları?

İçi cız etmiş midir, keşke yazmasaydım öyle, demiş midir acaba?

Sanmam.

O fotoğraflara baktıysa bile kendisini haklı çıkartacak gerekçeleri bulmuştur çoktan. Önümüzdeki günlerde de yazıya döker.

En fenası da bu işte!

Vatan, 1.11.2007

Haşmet BABAOĞLU

02.11.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri