Cumhuriyet bayramında gazeteler “öngörülen hamaset” tadında çıktılar.
Elbette bol bol bayrak, Atatürk, kalpaklı dedeler, maraton koşusu, şirin kız çocukları, Behçet Kemal manzumeleri falan... Köşe yazarları arasında bu yıl Çankaya’ya çağırılmadığı için ağlayanlara da rastlandı. Rahmetli babasından İstiklal Madalyası bile varmış, onu niçin es geçiyorlarmış?
Yaşadığımız şu günlerde, içinde bulunduğumuz şu sıkıntıda, kimseden “eleştirel” bir tavır da beklemiyorduk. O bir çap meselesiydi... Soğukkanlılık da basının boyunu aşardı.
Velhasıl, kuş kuşluğunu, kış kışlığını, basın da basınlığını ederken, bazı arkadaşların niçin “hayatları boyunca muhalefete ve de hüsrana mahkûm” olduklarını bir kere daha düşündüm.
Yok, muhalefet “prim yaptığı”, para kazandırdığı için değil. İktidarlara köpeklikte çok daha iyi para vardır.
Ya birtakım şeyleri görmedikleri, göremedikleri, böyle bir yetenekleri bulunmadığı için, ya da “bile bile lades” oynadıkları, kafaları çalıştığı halde böylesi hem daha kolaylarına geldiği, hem de müşterilerinden çekindikleri için...
Bir refikimiz, iktidar sahiplerine, “ihtiyaçları olan en önemli şeyleri Atatürk’ün Nutuk’unda bulabileceklerini” söylemiş.
Okurlarsa, çocuklarına da okuturlarmış.
Bir okusalar, cin çarpmışa dönecekler, şıp diye vazgeçecekler yaptıkları bütün “kaka” şeylerden, Bağdat’tan girip Basra’dan da çıkacağız.
Nutuk’tan her akşam iki sayfa koparıp ılık suda ıslattıktan ve tülbentte süzdürdükten sonra aç karnına içilirse, saçkırana, ayak parmakları arasında çıkan mayasıla, ayrıca bayanların muayyen zamanlarındaki sancılarına da iyi geliyor belki de...
Bu bönlük, bazı bürokratların Nutuk’u “bir tür kutsal kitap” olarak görme tutkularıyla örtüşüyor.
Üstüne bir de “Türkçe ezan” sosu dökersen, seçim kazanamazsın ama ortalıkta rahat gezersin. Başına dert almazsın.
İktidar sahipleri, Atatürk’ün kurtuluş savaşını nasıl yönettiğini, muhalefeti de nasıl susturduğunu, üstelik son derece taraflı bir şekilde kendi parti grubuna anlattığı metni bir okusalar, yabancı sermayeyi de hemen kovacaklar, ekonomi de güzel güzel çökecek.
Bir başka refikimiz, “cumhuriyetin betondan ayaklarından birinin demokrasi olduğunu” söylüyor.
Sonra da, hemen ertesi cümlede kendi kendini yalanlayıp ekliyor: Evet, ilk yıllarda demokrasi bugünkü ölçüleriyle yokmuş...
Hangi ölçülerde vardı be kardeşlik? Parti kapatma, basına sansür falan, “makul ölçülerde” demokrasi mi sayılıyordu o zamanlar?
“1925-1945 arasında hiç yoktu” deseler hem rahatlayacaklar, hem de onlara saygı duyacağız. (Bugün duymuyoruz.)
Aynı patronun bir başka gazetesinde yazan bir başka refik, hiç olmazsa “Recep Peker haklıydı, demokrasiye geçmekle hata ettik” diyebilecek kadar dürüst.
Çünkü ben faşistin bile zeki, çevik ve ahlaklısını severim.
Bir başka refik, iki hafta sonra Dolmabahçe’ye gidecek, Atatürk’ün yatağını görecek...
Yattığı yere gitmek masraf çıkardığı için (çocuk okutuyor) hiç olmazsa öldüğü yere gidiyor her sene...
Fetişizmin sonu, ayna karşısında kendini okşamaya kadar varır, Allah korusun... Yaşını başını almış adama yakışmaz.
Ah be kardeşler, eğitim de şart, akıl fikir de...
Hani işsiz mişsiz kalırsanız ekmek aslanın ağzında, artık sınavla alacaklar ha, bu şekilde çakarsınız.
Akşam, 30 Ekim 2007
|