Sekiz asker PKK’nın elinde rehine… Anlamı ne bunun?
Basının, Genelkurmay’ın ve hükümet sözcülerinin açıklamalarına bakılırsa, “esir askerler”in anlamı sadece “askeri”…
Esir düşmek “güç kırıcı” olduğu oranda, esirleri göz ardı etmek bu çağda bile “güç politikasının doğal bir refleksi” haline gelebiliyor.
Vahim zira, bu konuda askeri kurum ile siyasetçi ve basın arasındaki hiçbir bakış farklılığı yok…
Bu 8 asker, bizler için “askeri haber bülteni”nin ya da ülkenin “askeri seferberliği”nin “sıradan bir unsuru”ndan öte anlam ifade etmiyor.
Bu 8 asker psikolojik harekât ve propaganda savaşının mermileri haline gelmiş durumda...
Uzun süre onlara “esir düştüler, rehin alındılar” bile diyemedik.
Şimdi ise onlardan “söz etmemek üzerine sözleştik”…
Onları bir tür feda ettik…
Böyle bir durum ABD’nin, İngiltere’nin, Fransa’nın başına geldiğinde bu ülkeler insana çağrı yaparak, vatandaş hayatına değerler üstü değer biçerek tüm dünyayı ayağa kaldırırlar… Ellerindeki tüm imkânları seferber eder, en azından açıklama ve tavır düzeyinde askeri ve siyasi gerekleri ikinci plana iter ya da itmek zorunda kalırlar…
Türkiye ise sessiz…
Hükümet, ordu, basın bu askerler adeta kaçırılmamış, rehine alınmamış gibi davranıyor…
Ne bu gençlerin hayatlarını kurtarmak için bir çaba var, ne de böyle bir çabanın gerekliliğini dile getiren…
Belki de bu askerleri geri almak bir ölçüde ve bir şekilde PKK’yla temas anlamına gelince, onları ölmeden toprağa gömmek sıradan bir iş haline gelebiliyor.
Kâğıt üzerinde rehineyi görüşmelerle geri almak için atılacak adım, geri adımdır çünkü… En azından baskın, üstün ve boyun eğdirmek üzere olan bir siyasi görüntünün, siyasi bir tavrın yanına, bunları esnetecek bir şeyler eklemektir…
Zihniyetimiz buna müsaade etmiyor…
Neden?
Şehitlerine böylesine sahip çıkıp ağlayan bir ülkenin rehindeki askerlerini bu denli göz ardı etmesi nedendir?
Bir toplumsal düzende aşkın ve kutsal değerler kadar fazla olursa, sıradan insanlara verilen değer o kadar az oluyor. Asker, kutsanmış ordu karşısında eziliyor, birey ise aşkın bir devlet ve otorite karşısında…
İnsanı değil, “kült”ü mihenk taşı alıyor bu zihniyet ve bu sistem...
İnsanlara değil, sadece şehitlere ağlıyor…
Bir dönemler Nadire Mater’in hazırladığı, Güneydoğu’da savaşmış askerlerle yapılan söyleşi kitabını bile yasaklamıştı, bu anlayış. O kitap askerlerin de insan olduklarını söylediği, askerlerin duygularını, korkularını, öfkelerini, ruhi hallerini dile getirdiği, asker de ağlar dediği için yazarı ve yayıncısı mahkeme önüne çıkarılmıştı…
Ordular duyguları dahi denetler ve militerleştirirler…
Bu onların çalışma koşulu ve ortamıdır.
Ama bu durum ordu dışına sirayet eder, basını, yazarı, toplumu kuşatırsa, duyguların devletleşmesi yaygın bir hale dönüşür, örneğin “Özkökgiller”in vesilesiyle ve talep haline gelirse, o zaman iş farklı bir hale gelir…
Toplum militerleşir…
Militerleşmenin ilk belirtisi “duygu kaybı”dır…
İkinci belirti ise “ahlak kaybı”dır…
İnsani duygudan, insanlık onurundan bizi uzaklaştıracak her bahane, her gerekçe, her açıklama ahlaktan biraz çalar…
Bugün unuttuğumuz, unutmayı denediğimiz insanımızdır…
Hiçbir şey bize insanı unutturmamalı… Unutamayınca biz ancak o zaman insan oluruz…
Unutmayın: Askerler de ağlar…
Yeni Şafak, 30 Ekim 2007
|